Menderes Neden “İslam Kahramanı”?
Menderes neden İslam kahramanı? Bu sorunun cevabını iyi
anlamak için Menderes dönemi öncesi alınan kararlar ve uygulamalar ile Menderes
döneminde alınan kararlar ve uygulamalara bakmak gerekir.
2014-09-17, 21:37:36
Mehmet Abidin KARTAL
mabidinkartal@gmail.com
Menderes Neden “İslam Kahramanı”?
Menderes neden İslam kahramanı? Bu sorunun cevabını iyi
anlamak için Menderes dönemi öncesi alınan kararlar ve uygulamalar ile Menderes
döneminde alınan kararlar ve uygulamalara bakmak gerekir. Bu karşılaştırmada
her iki dönem arasındaki dine yaklaşım ve laikliğin uygulanması farklılıkları
konuya açıklık kazandıracaktır.
Türkiye’de uygulanan laikliğin gerçekten bir laik model olup
olmadığı tartışılan bir konudur. Her ne kadar resmi söylem ve metinlerde
laikliğin “din ve devlet işlerinin ayırımı” olduğu belirtiliyor ve Türkiye’de
de böyle olduğu iddia ediliyorsa da gerçeğin böyle olmadığı herkesçe malumdur.
Türkiye’de laiklik, dinin devletten ayrılması değil, devletin dini belli bir
forma sokması olarak ortaya çıkmıştır. İşte bu tavır ve tutum, esasında
İslam’ın reforma tabi tutulması ve milli ilke ve amaçlarla uyumlu bir “milli
İslam”ın meydana getirilmesi çabasından başka bir şey değildir. Türkiye’deki
laiklik uygulamasının en can alıcı noktası ve bariz vasfı özellikle 1950’ye
kadar budur; yani Türk laikliği İslam’ı reforme eden ve milli bir İslam
oluşturmaya yönelen çabaların bir ürünüdür.
Cumhuriyet yönetiminin ilanının hemen arkasından başlatılan
radikal düzenlemeler ve yenilikler çerçevesinde yapılanların çoğu doğrudan veya
dolaylı olarak dine müdahale şeklinde tecelli etmiştir. Şer’iye ve Evkaf
Vekaleti’nin kaldırılarak yerine Diyanet İşleri Riyaseti’nin kurulmasını
sağlayan 3 Mart 1340 tarih ve 429 sayılı kanun, Cumhuriyet yönetiminin dine ilk
müdahalesidir. Bu kanun dini “itikadat ve ibadat”tan ibaret hale getirmiş,
geriye kalan alanları ise dinden çıkararak siyasal kurumların tekeline
aktarmıştır. Cumhuriyet laikliğinin dine müdahale olduğu zaten ilgililerce de
ifade edilen bir durumdur. M. Kemal’in hatıratını yazan Falih Rıfkı Atay
“Kemalizm aslında büyük ve esaslı bir din reformudur... Kemalizm ibadetler
dışındaki bütün ayet hükümlerini kaldırmıştır.”1 diye yazmıştır. Bize göre bu
tespit doğrudur ve yaşanan pratiği açıklamaktadır; zira yapılanlar bundan başka
bir şey değildir. Bu amaca yönelik uygulamalar laisizmin “Sünni İslam”
karşısında “sapkın” bir ideoloji ve rakip olarak ortaya çıkmasını
sağlamıştır.”2 Hatta her gün karşılaştığınız, “Ben Müslüman’ım. Allah’a ve
Peygambere inanıyorum. Ama toplumsal ilişkilerimi, günlük davranışlarımı kendi
bildiğim gibi ve aklımla belirlerim.”şeklindeki tavır ve tutumun oluşmasında
laikliğin, daha doğrusu deforme edilmiş resmi İslam’ın payının büyük olduğunu
sanıyorum. İslam’ı çok iyi bildiğine kani olduğumuz Şemsettin Günaltay’ın şu
kanaatleri son derece ilgi çekicidir. “İslam dini Peygamberimizin Mekke’de
bulunduğu sırada yaptığı ahlaki telkinlerden ve bu olgunluğa varmanın bir
vasıtası diye tavsiye edilen vazifelerden ve ibadetlerden mürekkeptir.
Medine’de bir devlet kurulduktan sonra başvurulan Şeriat kaidelerinin mahiyeti,
o zamanki mahalli şartların icabının yerine getirilmesinden ibarettir. Bu
kaidelerin bin küsur yıl sonra başka muhit şartları içinde yaşayan milletlerin
hayatına esas olamaz.”3
Türkiye’de imparatorluk çökünce evrensel mantalite ve
değerler de toplum gündemindeki geçerliliğini kaybetti ve yerine ulusal ve
yerel olanlar ikame edilmeye başlandı. Her şeyin millileştirildiği bir ortamda
İslam’ın evrensel ve uluslar üstü konumda tutulmasını beklemek doğru olmaz.
Kaldı ki, Osmanlı Devleti’nin sonlarına doğru dinin millileştirilmesi konusunda
da ciddi görüşler ileri sürülmüş ve toplum buna hazırlanmıştı. Ziya Gökalp,
1915 yılında yazdığı “Vatan” şiirinde dindeki Türkçülükle ilgili ipuçlarını
veriyordu. O şöyle diyordu:
“Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur,
Köylü anlar manasını namazdaki duanın...
Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kur’an okunur,
Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Hüda’nın
Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın!”
Köylü anlar manasını namazdaki duanın...
Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kur’an okunur,
Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Hüda’nın
Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın!”
Z. Gökalp’ın bu özlemeleri 1930’lu yıllarda
gerçekleşecektir. Hutbe, ezan, kamet Türkçeleştirilecek, Kur’an’ın ve diğer
dini metinlerin Türkçeleştirilmesi için ciddi çabalar içine girilecektir. Bu
tür tasarrufların dine müdahale olduğu, tartışma götürmez bir gerçektir.
Esas itibariyle dine bir müdahale şeklinde uygulanan
laiklik, dinin dünyaya, dünyevi alana ve özellikle de devlet idaresine
müdahalesini önleyen, onu siyaset ve toplum hayatından tamamen uzaklaştırmayı
ve tasfiyeyi amaçlayan bir harekettir. Bu durumda din, toplumsal, siyasal ve
diğer tüm kamu alanlarından çekilerek kişisel bir yapı haline getirilmek,
vicdanlara kapatılmak istenmektedir. Bu amacın gerçekleştirilmesi için de
siyasal güç ve devletin kullanılması Türkiye’deki laikliğin mümeyyiz vasfı
olarak ortaya çıkmaktadır.4
Türkiye’de laikliğin dine müdahale etmesi, dinin kamusal
alanlardan uzaklaştırılması ve kişisel bir yapı haline getirmek istenmesi,
dindarlara baskı uygulanması, dini devlet gücüne bağlanması şeklinde
uygulanmasının zihinsel alt yapısında cumhuriyet ideolojisinin ve kadrolarının
düşünce ve idealleri yatmaktadır. Bununla ilgili olarak küçük bir belge sunmak
istiyorum. Birinci baskısı 1930 ikinci baskısı da 1988 yılında yapılmış olan
Prof. Dr. A. Afet İnan’ın Medeni Bilgiler kitabında M. Kemal’in el yazılarıyla
verilmiş olan metinde dinle ilgili son derece ilgi çekici bir bölüm mevcuttur.
M. Kemal ve arkadaşlarının din hakkındaki görüşünü yansıtan bu bölüm, laiklik
anlayışına temel oluşturmuştur.
“...Türkler Arapların dinini kabul etmeden evvel de büyük
bir millet idi. Arap dinini kabul ettikten sonra, bu din, ne Arapların, ne aynı
dinde bulunan Acemlerin ve ne de Mısırlıların ve sairenin Türklerle birleşip
bir millet teşkil etmelerine hiç bir tesir etmedi. Bilakis Türk milletinin
milli rabıtalarını gevşetti; milli hislerini, milli heyecanlarını uyuşturdu. Bu
pek tabii idi. Çünkü Muhammed’in kurduğu dinin gayesi, bütün milliyetlerin
fevkinde şamil bir Arap milliyeti siyasetine müncer oluyordu. Bu Arap fikri,
ümmet kelimesi ile ifade olundu. Muhammed’in dinini kabul edenler, kendilerini
unutmağa, hayatlarını Allah kelimesinin, her yerde yükselmesine hasr etmeğe
mecburdurlar. Bununla beraber Allah’a kendi milli lisanıyla değil, Allah’ın
Arap kavmine gönderdiği Arapça kitapla ibadet ve münacatta bulunacaktı. Arapça
öğrenmedikçe, Allah’a ne dediğini bilmeyecekti. Bu vaziyet karşısında Türk
milleti birçok asırlar, ne yaptığını, ne yapacağını bilmeksizin, adeta bir
kelimesinin manasını bilmediği halde Kur’an’ı ezberlemekten beyni sulanmış
hafızlara döndüler. Başlarına geçebilmiş olan haris serdarlar, Türk milletince
karışık, cahil hocalar ağzıyla ateş ve azap ile müthiş bir muamma halinde kalan
din, hırs ve siyasetlerine alet ittihaz ettiler...”5
Afet İnan’ın kaleme alıp M. Kemal’e takdim ettiği ve onun
kontrolünden geçen bu satırlarda ifade edilen kanaatleri yargılamak, birilerini
suçlamak, küçük düşürmek gibi bir amacımız yok; yapmak istediğimiz Türkiye’de
uygulanan laikliğin temellerini anlamak ve açıklamaktır. Bu satırlarda
ifadesini bulan din konusundaki kanaatlerin, laikliğin bir “ulusal İslam”
oluşturma hedefine yönelik olmasını nispeten açıklamaktadır. Dini Araplara
mahsus bir yapı olarak kabul etmemiz durumunda onun millileştirilmesi ve
Türkleştirilmesi anlam kazanmaktadır. Cumhuriyet ideolojisi yabancı yapılara
karşı savaş açmamış mıydı?
Türkiye’deki laikliğin, 1950 öncesinde, dine açıkça bir
müdahale, dini siyasal ve toplumsal hayattan uzaklaştırma, nihayet “ulusal
İslam”, “milli din” oluşturma amacına yönelik bir kamu politikası olarak ifade
edilmesi mümkündür.
1923-1950 döneminde Türkiye’yi Cumhuriyet Halk Partisi
yönetmiştir. Bırakınız üretim yapmayı, hele ihracat yapmayı, bir şehirden
diğerine mal götürmek bile zordu. Jandarma her şeydi. Geliri olmayandan vergi
toplanır, vermeyenlere ceza yağardı. İslâmiyet zümrüdü anka kuşuna dönmüştü,
adı var kendisi yoktu. Kur’an bile toplatılan kitaplar arasındaydı. Avrupa’da
fabrikalar, atölyeler, laboratuarlar açılırken, bizde kahveler, meyhaneler ve
barlar açılırdı. Bizde çağdaşlık, köy enstitülerinde kızlarla erkeklerin
beraber okutulmasında ve bu okullara dinle ilgili herhangi bir şeyin
girmemesinde aranmıştı. Müslüman’ın dinini öğrenmesi, anlaması, yaşaması
yasaktı.
14 Mayıs 1950 bu yasaklara, bu yasakları yapanlara
"hayır" demekti. Adnan Menderes’in Demokrat Parti’si 69’a karşı 408
milletvekili çıkararak, CHP’ye tarihî bir ders verdi. Artık millet söz
sahibiydi. Millet söz sahibi olduğu için de, yıllar yılı onun rağmına yapılan
icraatlara son veriliyor, milletin istediği işler yapılmaya başlıyordu.
Yıllardan beri millete karşı yürütülen dinî baskılar, dine
yönelik yasak ve engellemeler DP gelince son buluyordu. Menderes hükümeti daha
ilk ayında 18 yıl boyunca aslına uygun olarak okutulması yasaklanan ezana
hürriyetini veriyor, ezan serbest bırakılıyordu. İktidarın iki ayı dolmadan da
radyoda dinî program yasağı kaldırılmış ve haftada iki gün Kur’an okunmasına
başlanmıştı.
Vatandaşların, dinlerini gereği gibi yaşamaları artık büyük
ölçüde mümkün oluyordu. Kur’an derslerine kadar uzanan yasaklamalar kalkmış,
kimse başörtüsü yüzünden sokak ortasında polis hücumuna uğramaz olmuş,
okullarda din dersi okutulmaya başlanmıştı. Halk Partisi’nin sattığı 800 camiye
karşı, DP iktidarının ilk yedi yılında 1500 cami inşa edilmiş, camilere ayrılan
bütçe ödeneği arttırılmış, viran kalmış camilere tamir yardımı yapılmıştır.
İmam Hatip Okulu sayısı 19’a çıkarılmış, cumhuriyet tarihinde ilk defa bir
Yüksek İslâm Enstitüsü açılmıştı. Dinî yayıncılık serbest bırakılmıştı.
Başbakan Adnan Menderes’in dine ve dindarlara tavrı ise açık
ve kesin idi. Daha 1951’de “irtica” iddiasıyla dindarlara baskı yapılmasının
hesabını kuranlara karşı, “DP, vicdan hürriyetine riayet edeceğini beş yıl
evvel programıyla millete vaad etmiştir” cevabını veriyordu. “Türk Milleti
Müslüman’dır ve Müslüman olarak kalacaktır. Evvela kendine ve gelecek nesillere
dinini telkin, onun esasını ve kaidelerini öğrenmesi, ebediyen Müslüman
kalmasının münakaşa götürmez bir şartıdır” diyen Menderes’ti. Bundan dolayı,
ezanın aslına çevrilmesine sebep olduğu için Menderes, “İslâm kahramanı” olarak
adlandırılmıştır. Çünkü, ezanın hikmeti sadece Müslümanları namaza çağırmak
değildir. Onun yanında bütün insanlık namına, insanlığın ve kâinatın
yaradılışının büyük neticesi olan tevhid ve rububiyete karşı, ubudiyetin
izahına vesiledir. Bunun yerini de ezandaki mübarek ifadelerden başka hiçbir
şey tutamaz.
Anadolu köylüsünün şartlarını, tarım ekonomisine dayanan
Türkiye’de toprağın, toprakta çalışan insanın durumunu çok iyi bilen Menderes,
bu ülkenin fakir tabakalarının, köylüsünün, şehirlisinin, kasketli, çarıklı,
poturlu ve şalvarlıların hayat şartlarını çok iyi bildiği için, çok kısa
zamanda Türkiye gerçeğini, tepeden görüldüğü gibi değil, tabanda yaşandığı gibi
çok iyi kavrayabilmiş ve Türkiye’nin dertlerine kestirme çareler bulabilmiş,
bunları icra edebilmiş, bu icraatı takip edebilmiştir. Türkiye’de hürriyet
içinde refah, demokrasi içinde medeniyet mücadelesini yapmanın imkan dahilinde
olduğunu göstermiş bir iktidarın parlak başbakanıdır.
Menderes, 13 Nisan 1949’da yapılan Aydın il kongresinde
üyelerden birinin “sefaletin bulunduğu yerde hürriyet olmaz.” sözüne cevabı
“Ben aksini söyleyeceğim, Hürriyetin olduğu yerde sefalet olmaz.” idi. Böylece
CHP iktidarında temel hak ve hürriyetlere getirilen kısıtlamalara karşı
çıkılmıştır.
Menderes devri, demokrasi, hürriyet ve dini inkişaf devri
olduğu kadar, fakirlikten kurtuluşun diğer bir adıydı… Bu kurtuluşun, bu
kalkınmanın toplum tabanındaki ifadesi, mahsulün yahut işlenenin para etmeye
başlamasıydı. Fakir halk kitlelerinin de üstüne giyecek, çocuğuna giydirecek
bir şeyler bulmaya başlamasıydı. Ormancı korkusunun, hacizli, kırbaçlı,
jandarmalı vergi tahsilatının sona ermesiydi. Senelerce aç kalan, devlete vergi
yetiştirmekten kendisine parası kalmayan milyonların cebinin para görmesiydi.
Elektrikti, suydu, yoldu, fabrikaydı…
Menderes dönemi gerçeğinin rakamlardaki ifadesi ise gözleri
kamaştırıyordu. Cumhuriyetin ilk 27 yılında en fazla % 3’lerde ve genel
ortalama % 2’lerde kalan büyüme hızı, DP ile birlikte % 12’lere fırlamıştı.
Ülke, CHP’nin 20 senede getirdiği yere, DP’nin dört senesinde gelmişti. Bu
devirde ülke çapında bir imar ihtilali yaşanıyordu. Tarım ve sanayide,
eğitimde, sağlıkta büyük yatırımlar, temel altyapı yatırımları yapılıyordu. Büyük
hidroelektrik santralleri, liman inşaatları, sulama tesisleri yapılıyordu.
Ayrıca şehir içinde, şehirlerarasında, köylerde karayolu yapımına bu dönemde
büyük önem verilmiştir.
Artık milletin ürettiği para etmeye, millet kazancının
hayrını görmeye başlamıştı. Eskiden, devletin istediği miktardan arta kalırsa
kilosu 20 kuruşa satılan buğday, kısa zamanda 45 kuruşa çıkarılmıştı. Pancar
üretimi % 190, buğday üretimi % 230 artmış, pamuk, tütün, çay gibi ürünleri de
% 100’lük üretim artışları sağlanmıştır. 1948’de 1.750 traktörü olan
Türkiye’nin 10 yıl sonra eriştiği rakam, bunun 25 katıydı. 10 sene zarfında
21.500 köy içme suyuna kavuşmuş, köy okullarının sayısı 20.000’i bulmuş,
köylerde elektrik yüzü görür olmuştu. Bütün bunlar, keyfi idari harcamaları kısan,
yatırımlara ayrılan bütçe payını % 25’lere, % 30’lara çıkaran Menderes
hükümetinin eseriydi. Tek parti devrinin bir iki göstermelik barajına karşılık,
Menderes Türkiye’ye 42 yeni baraj hediye etmiştir.6
Menderes ve Ezan-ı Muhammedî
Demokrat Parti’nin 14 Mayıs 1950 seçimlerini kazanıp
iktidara geldikten sonra yaptığı ilk icraatlardan birisi, on sekiz yıldan beri
inananları rahatsız eden ezanın Arapça aslıyla okunması yasağının kaldırılması
olmuştur.
Seçimden 20 gün sonra yayınlanan demecinde Menderes; herkesin
dinî vecibe ve ibadetlerini yerine getirebilmesini, vicdan hürriyetinin gereği
ve laikliğin esası olarak ifade etmiştir. Bu yüzden ezanın asliyetiyle okunması
yasağının devamı laikliğin gereği değil aksine, bunun ihlâli olduğunu beyan
etmiştir. Ayrıca, bu yasak devam ederken cami içinde bütün ibadet ve duaların
Arapça olarak yapıldığını ifade ederek, bir bakıma yasağın mantıksızlığına
dikkat çekmiştir.
Menderes Hükümetinin bir ayı dahi dolmadan meclise kanun
teklifi vererek yasağın kalkmasını sağlaması ve Ramazan ayının başına tevafuk
eden serbestiyetin sağlanması, halk nezdinde büyük bir memnuniyete vesile
olmuştur. Bediüzzaman Hazretleri, Ezan-ı Muhammedi’nin (a.s.m.) neşriyle
Demokratların on kat güçlendiğini beyan etmiştir.7
Adnan Menderes ve Bediüzzaman Said Nursî
Bediüzzaman Said Nursî, çok partili hayata geçişle birlikte
siyasetle fikren alâkadar olup Demokratları destekledi. Menderes’i açık bir
şekilde destekleyerek talebelerini de bu doğrultuda yönlendirdi. Bu desteğinin
sebeplerini muhtelif vesilelerle izah etmiştir.
Bediüzzaman Hazretleri bir yandan Demokratları desteklemiş,
diğer yandan da ikazlarıyla onlara Kur’an hakikatlerini hatırlatmaya devam
etmiştir. Menderes’e bir mektup yazarak, İslâm’ın çok önemli olan ancak günümüz
siyasî cereyanları tarafından dikkate alınmayan ve ihmali büyük cinayetlerin
işlenmesine sebep olan üç hususa özellikle dikkatini çekmiştir.8
1- “Birisinin cinayetiyle başkaları, akraba ve dostları
mes’ul olamaz” (En’am Sûresi, 164. ayet) esası, tarafgirlik ve particilikle
ihlâl edilmemeli, bu tehlikeye karşı İslâm kardeşliği esas alınıp Kur’an’ın söz
konusu hükmü dayanak yapılmalı.
2- “Kavmin efendisi, onlara hizmet edendir” şeklindeki
Peygamber (asm) emri hayata geçirilmeli, memuriyetin bir hizmetkârlık olduğu
şuuru yerleştirilmelidir. Memurluk, hâkimiyet ve tahakküm aracı olmamalıdır.
Memuriyeti hizmetkârlıktan çıkarıp tahakküme dönüştürmek, kıblesiz namaz
kılmaya benzer.
3- “Mü’min mü’mine karşı bir binanın kenetlenmiş taşları
gibidir” hadisini esas yapıp hariçteki düşmanlara karşı dahildeki adavet
unutulmalı, dayanışma sağlanmalıdır. Bu esas göz önüne alınırsa sosyal hayatı
sağlam temele oturtmak mümkün olacaktır.
Bediüzzaman’ın Menderes’e desteğinden en çok rahatsız
olanların başında CHP lideri İnönü gelir. Bu konuda gerek kendisi, gerekse
partisinin yayın organı gibi hizmet gören bazı gazeteler çok sert eleştirilerde
bulunmuşlardır. Üstad’ın Ankara ziyareti mecliste çok sert tartışmalara sebep
olmuştur. İnönü’nün meclis kürsüsünde Menderes’e hitaben: “Siz şeriatı hortlatıyorsunuz,
irticayı hortlatıyorsunuz. Bediüzzaman’ı gezdiriyorsunuz...” sözlerine karşılık
Menderes’in:
“Allah aşkına, Paşa niçin bu kadar dinden, dindarlardan
rahatsız oluyor, öleceğini bilmiyor mu? Şimdiye kadar kendisine ne zararları
dokunmuştur. Bütün hayatını dine vakfetmiş bir pir-i faniden ne istiyor? Niçin
eziyetinden hoşlanıyor, niçin meşakkat çekmesinden hoşlanıyor, niye bu kadar
dine ve dindarlara karşıdır, anlayamıyorum?” cevabı üzerine İnönü:
“Efendim siz, Atatürkçülerle istihza ediyorsunuz. Öyle zaman
gelecek ki, sizi ben dahi kurtaramayacağım” şeklindeki meşhur tehdidini
savurmuştur.
Bediüzzaman 1950’de demokrat hükümetin önüne bazı hedefler
koyar.9 Birincisi ezanı aslına çevirmek, ikincisi Kur’an’ı radyolardan okutmak
ve Risale-i Nur’u serbestçe neşrettirmek, üçüncüsü ise Ayasofya’yı ibadete
açtırmak. Bunlardan ilk ikisi gerçekleştirildi. Ayasofya’nın ibadete açılması
ise gerçekleşmedi. Bediüzzaman’ın ifadesiyle Ayasofya İslam’ın fecr-i
sadıkıdır. Bu konuda Fatih Sultan Mehmet’in vasiyetnamesine sahip çıkılmasını
istemiştir. O bu vasiyetnamenin ihlal edilmesine karşı çıkmış ve şu sert
sözleriyle tepki göstermiştir: “Ayasofya’yı puthane ve Meşihat’ı kızların
lisesi yapan bir kumandanın keyfî, kanun namındaki emirlerine fikren ve ilmen
taraftar değiliz ve şahsımız itibariyle amel etmiyoruz.”10
Yaşanan Olaylar
1933’lerden önce doğan Cumhuriyet nesli, Demokrat Parti
iktidarı öncesinde camilerden ancak "Tanrı Uludur" seslerini
duymuştu. O günleri yaşayanlardan, ilk "Allahüekber"i sekiz yaşında
duyan Nafiye Karabaşoğlu, 1950’nin o unutamadığı Haziran gününü şöyle
anlatıyor,
“Bir akşam vakti, çoluk çocuk toplanmış, dışarıda,
meydanlıkta oyun oynuyorduk. Mahallenin meydanlığında, o sıra kulağımıza
‘Allahüekber’ sadası geldi. Nereden geldiğini ilk anda fark edemedik. Caminin
minaresinden okunduğunu biraz sonra anladık. Daha önce ‘Allahüekber’ ile ezana
başlandığı vaki değildi. Şaşırdık. Çocuk halimizle oyun oynamayı bırakıp yere
çömeldik. Dinlemeye koyulduk. Analarımız, babalarımızda meydanlığa fırladılar.
Herkes orada toplanmıştı. Büyüklerimiz ne günlere kaldıydık, Allah’ım çok şükür
diye ağlaşıyorlardı. Sanki zindandan kurtulmuş gibiydiler. Adamlar camiye
koştu, kadınlar kapı önlerine toplanıp Kur’an okudular, dualar ettiler. Bize
de, çocuklar bugün en büyük bayramımız, bayram edin dediler. Herkes evinde ne
kadar artık gazyağı varsa getirdi, külle karıştırıp fincanlara koydu. Biz çoluk
çocuk fincanları sokak sokak dolaştırdık, her tarafı ışıttık, ortalığı bayram
yerine döndürdük. O gece hepimizin bayramıydı.”11
Menderes Dönemi millet iradesinin şahlanışıdır. Menderes
döneminde son derece de büyük değişiklikler yaşanmıştır. Maddî hayatta
yaşanmıştır, manevî hayatta yaşanmıştır. 1950 öncesi keyfî idare, zulüm, baskı
var, hürriyetler yok. En önemlisi de din ve vicdan hürriyeti yoktur. Sadece
camiye gitmek isteyen dindar vatandaşlar değil, bütün Türk milleti din ve
vicdan hürriyetinde büyük bir açılım istemekteydi.
Demokrat Parti’nin ve Menderes’in hizmetleri içerisinde
sayılabilecek Kur’an kurslarının ve imam hatiplerin açılması, ezanın
istenildiği dilde okunmasına izin verecek şekilde kanunun değiştirilmesi gibi
hizmetler milletimiz için çok makbule geçmiştir. Demokrat Parti dönemi din
eğitimi ve öğretimi için yeni bir uyanış dönemidir.
Menderes’in İdamının Gizli Sebepleri
27 Mayıs darbesine ve merhum Menderes’in idamına asıl sebep
nedir? Burada Menderes’le ilgili onun sözlerinden kaynaklanan üç ayrı iktibas
yapıp okuyucularımızın da dikkatlerine sunmak istiyorum. Bunlar din ve vicdan
hürriyeti bağlamındadır.
Birinci Menderes hükümeti programında Başvekil Adnan
Menderes “İnkılâpların tutanları vardır, tutmayanları vardır. Tutanları millet
kabul etmiştir. Dolayısıyla bunlar devam edecektir. Ve bu yolda bu hükümet de
üzerine düşen bütün görevleri yerine getirecektir. Ancak tutmayanlara gelince,
onları tutturmak selefimiz olan iktidara düşerdi. Onların bunca yıl
yapmadıklarını, yapamadıklarını bu hükümet kendisi için bir görev
saymayacaktır” demiştir.
İkinci iktibas, 1950’den sonra bir çok yerde merhum
Menderes, “En büyük inkılâp, en büyük devrim demokrasi devrimidir. Bu millet
böylece rüştünü ispat etmiş oldu” sözlerini sarf etmiştir.
Üçüncüsü ise 1952’de İzmir’de Merhum Menderes, “Türk milleti
Müslüman’dır, Müslüman kalacaktır ve Müslümanlığın icaplarını da yerine
getirecektir” diye konuşmuştur.
Menderes’in din ve vicdan hürriyeti yolunda attığı bu
adımlar sadece bir liberalleşme, sadece hürriyetlerin genişlemesinden ibaret
değildir. Bu sözler merhum Menderes’in iç dünyasını da bize yansıtan, onun
mü’mince hisleriyle dolu olduğunun ispatıdır.
Bunlar idam kararında yazılmamış, ama Menderes’in kaderi
üzerinde de çok etkili olmuştur. Darbeye ve Menderes’in idamına bu sözleri, bu
bakışı sebep olmuştur denilebilir.
Menderes’in maddî imar ve hizmetlerin yanı sıra özellikle
mânevî hizmetlerde büyük rolü vardır. Dine ve vicdan hürriyetine, din eğitimi
ve öğretimine dair hizmetlerin gerçekleşmiş olmasında merhum Menderes’in çok
büyük ağırlığı vardır. Bu hususta şahsî ısrarı, gayreti, tâkibi ve inancı
vardır.
Bediüzzaman’ın kendisini “İslâm kahramanı” diye takdir
etmesinin hakikati budur.
Menderes, İmam-ı Azam’ın Türbesinde Neler Düşündü?
Menderes, Türkiye’nin mutlaka bir Ortadoğu politikası olması
gerektiğine inanıyordu. Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü’den bu politikanın
belirlenmesini isterse de sonuç alamaz. Bu arada Mısır büyükelçimizle görüşen
ABD Dışişleri Bakanı Dulles’ın “Mısır siyasetiniz nedir?” sorusuna elçinin
“Bilmiyorum” diye cevap vermesi bardağı taşıran damla olur. Menderes tam
anlamıyla yalnızdır. Dışişleri Bakanlığı’nı kendisi sürüklemek zorundadır.
İpleri eline alır ve harekete geçer.
Şu sözler kendisine ait: “Biz Arap komşularımızla dostuz.
Eğer bazen bu hisler bir sis perdesi altında gizlenmiş gibi görünmüş ise de
bunun geçici sebeplerden ileri geldiğine ve bundan böyle bütün bütün yok
olmasının da mukadder bulunduğuna hiç şüphe etmiyoruz.” Araplarla dostluğumuzun
arasındaki engellerin kaldırılması kaçınılmazdır ona göre.
Öyleyse ne yapılmalıdır?
Önce İngiltere’nin, ardından da ABD’nin tutumunu yoklayan
Başbakan, Ortadoğu gezisine çıkan Dulles’ı, programda yokken Ankara’ya davet
eder ve uzun bir görüşme sonunda onu da ikna eder. Menderes, Nasır’a karşı
harekete geçmiş ve İngiltere ile ABD’yi de ikna etmiştir. İlk hedef, Irak’la
işbirliğidir. 6 Ocak 1955’te Bağdat’a giden Menderes, bir fırsatını bulup Nuri
Said Paşa’yla baş başa görüşür. 13 Ocak’ta Türkiye-Irak ortak bildirisi
yayınlanır. Uzun zamandır uyuşuk bir dış politika güden Türkiye’nin gösterdiği
bu inanılmaz ataklık, İngiltere ve ABD’yi bile şaşırtmıştır. Daha çok şaşıran
ise Mısır ve İsrail’dir. İkisi de Türkiye’nin aleyhine döner. Anlaşmayı bozmak
için uğraşırlar. İsrail Devlet Başkanı Ben Gurion, şoka girmiştir. Menderes 23
Şubat’ta tekrar gider Bağdat’a ve ertesi gün, Bağdat Paktı haberi, ajanslardan
dünyaya yayılmaktadır. İngiltere davet edilir pakta, sonra da ABD. Birincisi
girerken, ikincisi dışarıda kalmayı tercih edecektir.
Anlattıklarımızdan çıkarılması gereken sonuç şudur: Türkiye,
Atatürk döneminden sonra ilk defa Ortadoğu’da "bir şey" yapmaya
çalışmakta, öncülüğü ele almaktadır.
İşte Sebati Ataman’ın aşağıdaki hatırasını bugünlerin gazete
sayfalarının arasına koyarak okuyun. Adnan Menderes, Bağdat’ta İmam-ı Azam
hazretlerinin türbesini ziyarete gitmiştir. Sonrasını beraber okuyalım:
“Dualarımızı okuduk, ayrılacağız. Adnan Bey kımıldamıyor. Öylece kaldı, âdeta
murakabeye daldı. Nihayet silkinip kendine geldi. Dışarı çıkarken yanına
yaklaştım ve sordum: “Beyefendi, bir murakabeye daldınız, merak ettim, o esnada
ne düşündünüz?” Kolumdan tutup bir kenara çekti ve şu cevabı verdi: “Sebati, bu
mezarını ziyaret ettiğimiz şahsiyet, burada ve yakın şarkta, bizim memleketimiz
de dahil bütün İslam ülkelerinde ebedî olabilecek bir nizam kurmuştur. Osmanlı
İmparatorluğu yıkıldıktan sonra bu nizam da yıkılmış, darmadağın olmuştur.
Şimdiki İslam ülkelerinin vaziyetini görüyorsun. Bu nizamın başka esaslar
dahilinde yeniden kurulması, sulh ve sükûnun avdet etmesi lâzımdır. Biz de
buraya bunun için geldik.”
Menderes’in sözlerini dinlerken, gözüm yaşlar içinde
kalmıştı. Bana “Ağlıyor musun?” diye sordu ve sözlerini sürdürdü: “Ağlama, bu
olacak, muhakkak olacak, biz görmeyeceğiz ama torunlarımız muhakkak görecek.”
Sebati Ataman ekliyor: “Menderes çok büyük adamdı.”12
Menderes’e mektuplar yazan, onu ikaz eden Said Nursi’nin
Menderes’le mürşit diyalogunu görmekteyiz
Said Nursi’nin Menderes’e ve demokratlara mektuplar
göndermesinin esas sebebi, onlara Kur’an’ın bazı “kanun-u esasilerini”
hatırlatmaktı. Bu mektuplarında onları doğrudan şeriatı yürürlüğe koymaya
çağırmıyordu. Fakat yeni kanunların bu temel prensipler doğrultusunda
yapılmasını, yeni politikaların bu yolla belirlenmesini ve mevcut kanunların
yine bu yolla uygulanmasını teklif ediyordu.13
Adnan Menderes, dini bütün halkına, özellikle Bediüzzaman ve
talebelerine karşı her zaman sıcak hisler beslemiş bir kişi olarak,
demokrasinin ülkede yerleşmesini istiyordu. Bu itibarla, dini hizmetlere
öncülük edenlere husumet besleyen odaklara pirim vermiyordu. Bir keresinde,
Said Nursi’nin Ankara’ ya yaptığı bir ziyareti bahane eden ve bundan dolayı
Menderes’e hücum eden İsmet Paşa ile polemiğe girmişti. İnönü ise,
“Atatürkçülerle istihza ediyorsunuz, öyle zaman gelecek ki sizi ben bile
kurtaramayacağım” sözlerini bu esnasında sarf edip tarihe geçirmişti.
Bediüzzaman’ın ve diğer dindar halk tabakalarının DP’ye destek
vermesinden rahatsız olan, Halk Partisi’ne yakın, devlette yuvalanmış bürokrat
ve küçük memurlar, DP anlayışının hilafına, din hizmeti yapanlara ve özellikle
Nur Talebelerine karşı eski alışkanlıklarını devam ettirebilmekte idiler.
Ancak Bediüzzaman ve yakınında bulunan talebelerinin, kendi
zaviyelerinden iktidara bir takım tavsiyelerde bulundukları bilinmektedir. Bu
tavsiyeler şöyle özetlenebilir: Şeâir-i İslamiyenin önünü açan Demokratların
hem mevkilerini korumanın, hem de vatan ve milletini memnun etmenin yegâne
çaresi olarak “ittihad-ı İslam” anlayışını kendilerine dayanak yapmalıdırlar.
Ayrıca uluslararası konjonktürün de bunu gerektirdiği, bunun batılı büyük
devletlerin de işine gelebileceği, zira ateizm ve materyalizmden herkesin zarar
görebileceğinden dolayı İslam birliği anlayışına eskisi gibi husumetin
olamayacağı görülmektedir. Bu vatanı yabancı istilasına karşı koruyabilecek
yegane dayanak da İslam anlayışıdır. Demokratlar, ülkeyi komünistlik ve
masonluğun etkisinden bu sayede çıkarabilirler. Ezanı aslî şekliyle okumanın
serbest bırakılmasından dolayı milletin gerçek anlamda desteğini kazanan
Demokratların, dindarların zararına olabilecek bazı icraatlarda bulunarak bu
kuvvetlerini kaybetmemeleri gerekmektedir. İçlerine sızan istibdat yanlısı bazı
şahıslara dikkat edip bunların demokrat camiaya zarar vermesi önlenmelidir.
Bediüzzaman, vatana ve millete en ziyade hizmeti
yapabileceklerinden dolayı Demokratların desteklenmesi gerektiğinin altını
sürekli çizmiştir. Cazibeli olan milliyetçi ve modernist partilere karşı bu
partinin, nokta-i istinat olarak İslamî değerlere sahip çıkmasının bir
mecburiyet olduğunu, aksi halde birçok yanlışın faturasının, birçok yalanlarla
Demokratlara yükleneceğini haber vererek, adeta 27 Mayıs darbesinin fotokopisini
şu ifadelerle nazara vermektedir: “Halkçılar ırkçılığı elde edip tam sizi
mağlup etmeye bir ihtimal-i kavi hissettim. Ve İslamiyet namına telaş
ediyorum.”14
Bu ikazların yapılmasından sonra, fazla bir zaman geçmeden
halkın destek verdiği bir meclis ve iktidar süngüyle ezdirildi. Böylece
milletin iradesi, millet nam ve hesabına ortadan kaldırılmış oldu. Ülke ikiye
bölünmüş ve bir taraf acılara gark olurken bir taraf eğleniyordu. Yani,
Türkiye’nin ve Türk milletinin başına gelebilecek en büyük felaketlerden biri
gerçekleşmiş oldu. Birileri ideolojik kinlerini tatmin edip iktidarlarını
pekiştirdiler, şüphesiz; ancak, DP’nin artı ve eksileriyle yaptığı hamlelerin
önü kesilerek bütün bir milletin geleceğine müdahale edilmiş oldu.
1960 ihtilalinin Bediüzzaman’ın tabiri ile “Halkçıların
ırkçıları elde ederek, memleketi felakete sürüklediği” bir gerçektir. Bu
tahripçiler 80 yıldır devam ettirdiklerini muhafaza etmeye çalışıyorlar.
Dünyadaki, Türkiye’deki gelişmeler ve manevi müjdeler bize gösteriyor ki, bu
tür hareketler başarılı olamayacaklardır. Bu tür hareketlerin içinde olanlar
milletin iradesine saygı göstermeyi öğreneceklerdir.
Bediüzzaman gelecekle ilgili bunun müjdesini vermiştir.
“Ey benden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş sessizce
nurun sözünü dinleyen ve gaybi bir nazarla bizi temaşa eden Saidler, Hamzalar,
Ömerler, Tahirler, Yusuflar, Ahmetler... sizlere hitab ediyorum. Başlarınızı
kaldırınız. ‘sadakte-doğru söylediniz’ deyiniz, böyle demek sizlere borç olsun.
Şu muasırlarım varsın beni dinlemesinler, tarih denen mazi derelerinden sizin
yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgraf ile sizin için konuşuyorum. Ne
yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler cennetasa bir baharda geleceksiniz,
şimdi ekilen nur tohumları zemininizde çiçek açacaktır. Biz hizmetimizin ücreti
olarak sizden şunu bekliyoruz; mazi kıtasına geçmek için geldiğiniz vakit
mezarımıza uğrayınız, o bahar hediyelerinden birkaç tanesini medresemin mezar
taşı denilen ve Horhor toprağının kapıcısı olan kalenin başına takınız,
kapıcıya tembih edeceğiz, bizi çağırınız, mezarımızdan ‘henien leküm-helal
olsun’ sesini işiteceksiniz…15
Bediüzzaman’ın, güncelliği, geleceği kuşatma kapasitesi ve
uygulanabilirliği açısından yaptığı uyarılara bakıldığında bugün hâlâ
iktidarlarımızın muktedir olamadığı, siyasi iradenin, kamu erkinin statükosu
karşısında toplumun değer sistemini inşa etmede zayıf kaldığı bir gerçektir.
Aşağıdaki tespitleri buna işaret etmektedir:
“Özünde jakoben siyasi dönemin çerçevelerine dokunulamaması,
çerçeve içine yerleştirilmiş devlet aygıtlarının toplumu kıskaca alması olduğu
bilinmesine rağmen, darbelerin hızarından geçmiş siyasetçiler, yasama gücünü
kullanarak yapısal çözümleri gerçekleştirme heyecanını ve kararlılığını
gösteremedikleri gibi, ürkek bir psikolojinin gölgesi altında, reel politik bir
sürecin algı fukaralığı içerisinde kalmışlardır. Bunun birinci derecede
sorumlusu darbeler olsa da, siyasetin dirayetli olamaması da not düşülecek bir
husustur.
“Bugün de hâlâ geçerliliğini koruyan sivil, demokratik,
toplumsal refleksleri güçlü, hesap verebilen, şeffaf, katılımcı, toplumun
üretim ve girişim potansiyelini harekete geçirebilecek sivil bir duruş ve
yapısal çözümlerin bir zaruret haline gelmiş olmasıdır. Bu özellikleri
taşımayan bir cumhuriyet etrafında şekillenen bir diktatörlük öbeğinin darbe
yasalarıyla toplumu dizayn etme çabaları, çatışma üretmektedir. Yaşanan
çatışmaların ve enerji kayıplarının özüne inildiğinde; Bediüzzaman’ın
Menderes’in şahsında, millet ve İslamiyet adına endişe ettiği konular ile yol
gösterici ikazları, geçerliliğini korumaktadır.”16
Sonuç olarak şunları ifade etmek mümkündür: Bediüzzaman, her
şeyden önce eşya ve hadisenin açıklamasını iman mefhumunda aramış ve bunu
yaşadığı asrın idrakine büyük bir başarı ile kazandırmıştır. İman ile aklın
telif ve terkibini yapmak Bediüzzaman’ın çağımıza yönelik en belirgin
misyonudur. Bediüzzaman, İslam’ın bütün şeairlerine hassasiyetle sahip
çıkmıştır. Ülkeyi idare edenlerden de aynı hassasiyeti göstermelerini
istemiştir. Adnan Menderes, İslamiyet’in en önemli şeairinden ezanı aslına
çevirdiği ve dini hassasiyetlere sahip çıktığı için, Bediüzzaman’ın “İslâm
kahramanı” teveccühüne mazhar olmuştur.
Öz
Bediüzzaman’ın Menderes’e neden İslam kahramanı dediği merak
edilen bir husustur. Bu sorunun cevabını iyi anlamak için Menderes dönemi
öncesi alınan kararlar ve uygulamalar ile Menderes döneminde alınan kararlar ve
uygulamalara bakmak gerekir. Bu karşılaştırmada her iki dönem arasındaki dine
yaklaşım ve laikliğin uygulanması farklılıkları konuya açıklık kazandıracaktır.
Bu yazıda bu karşılaştırmalar yapılarak Menderes’e İslam kahramanı denilme
nedenleri araştırılmaktadır.
Anahtar Kelimeler: İslam kahramanı, Menderes, Demokrat
Parti, laiklik, ezan
Abstract
It is matter of curiosity why Bediuzzaman called Menderes
“Hero of Islam”. To understand the answer of this question better, it is
necessary to analyse the decisions and practices preceding and during the period
of Menderes. The differences in the approaches towards religion and the
practices of secularism between these two the periods will clarify the subject.
In this article, with comparisons, the reasons why Menderes was called “Hero of
Islam” are examined.
Key Words: “Hero of Islam”, Menderes, Democratic Party,
secularism, call to prayer
Dipnotlar
1. Falih Rıfkı Atay, Çankaya, İst., 1969, s. 393.
2. Mümtaz’er Türköne, “Türk Siyasetinin Eskimeyen Kilidi”
Türkiye Günlüğü, Sayı: 21, Kış 1992.
3. Sebilürreşad, III-65, Kasım 1949.
4. Davut Dursun, Dine Müdahale Aracı Olarak Laiklik , KÖPRÜ,
1995 Yaz, Sayı. 51.
5. A. Afet İnan, Medeni Bilgiler, TTK, Ankara 1988, s.
364-368.
6. Geniş bilgi için bkz.; Demokrat Parti’nin İktisat
Politikası (1950-1954) Mehmet Abidin Kartal, İstanbul Üniversitesi, Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Master Tezi, İstanbul-2000
7. Said Nursi, Emirdağ Lâhikası, Yeni Asya Neşriyat, İst.,
2008, s. 765.
8. A.g.e., s. 759.
9. A.g.e., s. 860.
10. Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat,
İst., 2007, s. 869.
11. Köprü, Eylül 1986, Sayı: 102.
12. Mustafa Armağan, 14 Haziran 2009, Pazar, Zaman.
13. Weld Mary F., Bediüzzaman Said Nursi Entelektüel
Biyografisi, Etkileşim Yayınları, 2006, İstanbul.
14. Said Nursi, Emirdağ Lâhikası, Yeni Asya Neşriyat, 2008,
s, 746-748.
15. Said Nursi, Münazarat, İst. 1994, s. 55.
16.İsmail Benek “Said Nursi’den Menderes’e Mesajlar”
Demokrasi Platformu Dergisi, Bahar 2010.
Kaynak: http://www.koprudergisi.com/index.asp?Bolum=EskiSayilar&Goster=Yazi&YaziNo=1084
****
****
Asılan Menderes Değil, Milletin Değerleriydi
Aslında asılan Adnan Menderes değildi. Asılan milletin
gücüydü. Asılan milletin değerleriydi. Asılan milletin ta kendisiydi. Ülkemizde
zaman zaman perde arkasında aynı senaryo uygulanmaya çalışılıyor.
Mehmet Abidin KARTAL
Asılan Menderes değil, milletin değerleriydi…
Asılan Menderes değil, milletin değerleriydi…
Cumhuriyetin kuruluşundan 1950’ye kadar Türkiye’de çok
şeyler yapıldığını söylerler. Sayısı çok olmamakla beraber fabrikalar ve
demiryolları yapılmıştır.
1923-1950 döneminde Türkiye’yi Cumhuriyet Halk Partisi
yönetmiştir. Bırakınız üretim yapmayı, hele ihracat yapmayı, bir şehirden
diğerine mal götürmek bile zordu. Jandarma her şeydi. Geliri olmayandan vergi
toplanır, vermeyenlere ceza yağardı. İslâmiyet zümrüdü anka kuşuna dönmüştü,
adı var kendisi yoktu. Kur’ân bile toplatılan kitaplar arasındaydı. Avrupa’da
fabrikalar, atölyeler, laboratuarlar açılırken, bizde kahveler, meyhaneler ve
barlar açılırdı. Bizde çağdaşlık, köy enstitülerinde kızlarla erkeklerin
beraber okutulmasında ve bu okullara dinle ilgili herhangi bir şeyin
girmemesinde aranmıştı. Müslüman’ın dinini öğrenmesi, anlaması, yaşaması
yasaktı….
14 Mayıs 1950 bu yasaklara, bu yasakları yapanlara ‘hayır’
demekti. Adnan Menderes’in Demokrat Partisi 69’a karşı 408 milletvekili
çıkararak, CHP’ye tarihî bir ders verdi. Bu öyle bir dersti ki, CHP zihniyeti
bir daha tek başına iktidar yüzü görmedi.
Artık millet söz sahibiydi. Millet söz sahibi olduğu için
de, yıllar yılı onun rağmına yapılan icraatlara son veriliyor, milletin
istediği işler yapılmaya başlıyordu.
Yıllardan beri millete karşı yürütülen dinî baskılar,
dine yönelik yasak ve engellemeler DP gelince son buluyordu. Menderes
hükümeti daha ilk ayında 18 yıllık aslına uygun olarak okutulması yasaklanan
ezana hürriyetini veriyor, ezan serbest bırakılıyordu. İktidarın iki ayı
dolmadan da radyoda dinî program yasağı kaldırılmış ve haftada iki gün Kur’ân
okunmasına başlanmıştı.
Vatandaşların, dinlerini gereği gibi yaşamaları artık
büyük ölçüde mümkün oluyordu. Kur’ân derslerine kadar uzanan yasaklamalar
kalkmış, kimse başörtüsü yüzünden sokak ortasında polis hücumuna uğramaz olmuş,
okullarda din dersi okutulmaya başlanmıştı. Halk Partisinin sattığı 800 camiye
karşı, DP iktidarının ilk yedi yılında 1500 cami inşa edilmiş, camilere ayrılan
bütçe ödeneği arttırılmış, viran kalmış camilere tamir yardımı yapılmıştır.
İmam Hatip okulu sayısı 19’a çıkarılmış, cumhuriyet tarihinde ilk defa bir
Yüksek İslâm Enstitüsü açılmıştı. Dinî yayıncılık serbest bırakılmıştı.
Başbakan Adnan Menderes’in dine ve dindarlara tavrı ise açık
ve kesin idi. Daha 1951’de “irtica” iddiasıyla dindarlara baskı yapılmasının
hesabını kuranlara karşı, “DP, vicdan hürriyetine riayet edeceğini beş yıl
evvel programıyla millete vaad etmiştir” cevabını veriyordu. “Türk Milleti
Müslüman dır ve Müslüman olarak kalacaktır. Evvela kendine ve gelecek nesillere
dinini telkin, onun esasını ve kaidelerini öğrenmesi, ebediyen Müslüman
kalmasının münakaşa götürmez bir şartıdır” diyen Menderes’ti. Bunun için,
ezanın aslına çevrilmesine sebep olduğu için Menderes, “İslâm kahramanıdır”.
Çünkü, ezanın hikmeti sadece Müslümanları namaza çağırmak değildir. Onun
yanında bütün insanlık namına, insanlığın ve kâinatın yaradılışının büyük
neticesi olan tevhid ve rububiyete karşı, ubudiyetin izahına vesiledir. Bunun
yerini de ezandaki mübarek ifadelerden başka hiçbir şey tutamaz.
Anadolu köylüsünün şartlarını, tarım ekonomisine
dayanan Türkiye’de toprağın, toprakta çalışan insanın durumunu çok iyi bilen
Menderes, bu ülkenin fakir tabakalarının, köylüsünün, şehirlisinin, kasketli,
çarıklı, poturlu, ve şalvarlıların hayat şartlarını çok iyi bildiği için, çok
kısa zamanda Türkiye gerçeğini, tepeden görüldüğü gibi değil, tabanda yaşandığı
gibi çok iyi kavrayabilmiştir. Türkiye’de hürriyet içinde
refah, demokrasi içinde medeniyet mücadelesini yapmanın
imkân dahilinde olduğunu göstermiş bir iktidarın parlak başbakanıdır.
Menderes 13 Nisan 1949’da yapılan Aydın il kongresinde
üyelerden biri “Sefaletin bulunduğu yerde hürriyet olmaz” derken, Menderes’in
cevabı, “Ben aksini söyleyeceğim, Hürriyetin olduğu yerde sefalet olmaz” idi.
Böylece CHP iktidarında temel hak ve hürriyetlere getirilen kısıtlamalara karşı
çıkılmıştır.
Menderes devri, demokrasi, hürriyet ve dini inkişaf devri
olduğu kadar, fakirlikten kurtuluşun diğer bir adıydı…
Menderes dönemi gerçeğinin rakamlardaki ifadesi ise gözler
kamaştırıyordu. Cumhuriyetin ilk 27 yılında en fazla % 3’lerde ve genel
ortalama % 2’lerde kalan büyüme hızı, DP ile birlikte % 12’lere fırlamıştı.
Ülke, CHP’nin 20 senede getirdiği yere, DP’nin dört senesinde gelmişti. Bu
devirde ülke çapında bir imar ihtilâli yaşanıyordu. Tarım ve sanayide,
eğitimde, sağlıkta büyük yatırımlar, temel altyapı yatırımları yapılıyordu.
Büyük hidroelektrik santralleri, liman inşaatları, sulama tesisleri, şehir
içinde, şehirler arasında, köylerde karayolu yapımına bu dönemde büyük önem
verilmiştir. Köylü cebine para girince, yapılan yollarla şehre, kasabaya
giderek sosyal ve ekonomik hayatında olumlu değişiklikler yaşamıştır.
Tek parti devrinin bir iki göstermelik barajına karşılık,
Menderes Türkiye’ye 42 yeni baraj hediye etmiştir. (Geniş bilgi: Demokrat
Partinin İktisat Politikası [1950-1954] Mehmet Abidin Kartal, İstanbul
Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Master Tezi, İstanbul-2000)
DP Türk tarihinde, köylerdeki fakirlik ve cehalet fasit
dairesini kırmayı başarmış ilk siyasî partidir.
Uyguladığı ekonomi politikası sonucu kalkınma hamlesini köylere kadar
götürebilmiş en başarılı ilk Türk hükümetidir.
Bu başarılı hükümet bazı çevrelerce hazmedilemedi. 27 Mayıs
1960’da Başkanlığını Orgeneral Cemal Gürsel’in yaptığı Millî Birlik Komitesi,
Demokrat Parti iktidarını devirip yönetime el koydu.
İhtilâlden sonra ABD Cumhurbaşkanı Dwight Eisenhower’in,
MBK başkanı, Devlet başkanı, Başbakan ve Millî Savunma Bakanı Cemal Gürsel’e
hareketten duyduğu memnuniyeti bildiren bir dostluk ve kutlama mesajı
göndermesi düşündürücüydü… Yine ABD’nin ihtilâlden kısa bir süre sonra,
Türkiye’ye 400 milyon dolarlık yardımda bulunması da, ihtilâldeki CIA parmağı
ise 21 Ocak 1972 tarihli The Daily Telegraph’ta açıklanacaktı. O günkü Türk
hükümetinin bu iddiayı yalanlayacağı yerde, ilgili gazete nüshasının yurda
girişini yasaklaması ise, bu açıklama karşısında tereddüde mahal bırakmıyordu…
Diğer taraftan, Sovyetler Birliği de Menderes yönetiminden
memnun değildi. Sovyetlerin Türkiye üzerindeki emelleri 1940’ların ortalarında
dile getirilmişti ve Türkiye’nin 1952’ de NATO’ya dahil olması bu emelleri suya
düşürmüştü. Yurttaki komünist faaliyetlere set çekilmesi, Moskova’nın hoşuna
gitmiyordu. 1957 seçimleri sırasında Moskova Radyosu Türk halkını CHP’ye oy
vermeye çağırmıştı. Komünist Bizim Radyo da, ihtilâli “27 Mayıs
hareketi Bayar-Menderes faşist diktatörlüğünü devirdi” diye haber veriyordu.
(Köprü, Eylül, 1986)
27 Mayıs, istikrarlı ve sağlıklı bir siyasî bünyenin
gelişmesine, güçlü, rasyonel ve çevik bir devlet cihazının kurumlaşmasına da
engel olmuştur. Demokrasiyi tahrip etmiş, siyasî kimlikleri yok etmiş ve sivil
siyasî aktörlere duyulan güveni mesnetsiz bırakmıştır. Sürekli düşmanlardan
bahsetmek, topluma korku salmak geleneği de 27 Mayıs’ın bakiyesidir
Menderes’in infazının öğleden sonra saat 14:26’da
tamamlanmasından sonra, bir fırtına koptu, gelen gök gürültüsünün ardından
yağan şiddetli yağmur, herkese kendisini ülkesine adamış bir büyük devlet
adamının tertemiz ruhunun rahmeti
olduğunu düşündürdü.
Her yıl 17 Eylülde, Adnan Menderes ve iki arkadaşının
darağacına çıktıkları hatırlıyoruz. Bu idamların açık bir hukuksuzluğun eseri
olduğunu bugün artık herkes kabul ediyor. Merhum Adnan Menderes ve
arkadaşlarının itibarı, anıt mezara nakilleri ile fiilen iade edildi ve tarihî
bir haksızlığın maşeri vicdanda mahkûmiyeti tescil edilmiş oldu; idam edenleri
suçlu olarak kayda geçirmiş olduk. Ama, aktüel gelişmeler 27 Mayıs ile
hesaplaşmanın hâlâ devam ettiğini gösteriyor.
Neydi Menderes’in suçu? Menderes geldi, “Yeter! Söz milletin!” dedi. Ezanı aslına çevirdi. Milleti sürü olmaktan kurtardı. Milletle devleti barıştırdı. Sen misin millete gücünü ve asaletini hatırlatan! Sen misin sözün millette olduğunu söyleyen! Sen misin ezanı aslına çeviren! Haydi darağacına! Senin asıl suçun, bu ülkede millete millet olduğunu hatırlatmak ve ona özgüven aşılamaktır. Onun sevgisini kazanmaktır. Bebek-Köpek davası mı? Bunlar prosedür gereği. Hani, “Siz asın, gerekçesi arkadan gelir” misali. Aslında asılan Adnan Menderes değildi. Asılan milletin gücüydü. Asılan milletin değerleriydi. Asılan milletin ta kendisiydi. Ülkemizde zaman zaman perde arkasında aynı senaryo uygulanmaya çalışılıyor. Gezi olayları ve sonrasında yapılan, yapılmaya devam eden olayların hedefi aynıdır.
Neydi Menderes’in suçu? Menderes geldi, “Yeter! Söz milletin!” dedi. Ezanı aslına çevirdi. Milleti sürü olmaktan kurtardı. Milletle devleti barıştırdı. Sen misin millete gücünü ve asaletini hatırlatan! Sen misin sözün millette olduğunu söyleyen! Sen misin ezanı aslına çeviren! Haydi darağacına! Senin asıl suçun, bu ülkede millete millet olduğunu hatırlatmak ve ona özgüven aşılamaktır. Onun sevgisini kazanmaktır. Bebek-Köpek davası mı? Bunlar prosedür gereği. Hani, “Siz asın, gerekçesi arkadan gelir” misali. Aslında asılan Adnan Menderes değildi. Asılan milletin gücüydü. Asılan milletin değerleriydi. Asılan milletin ta kendisiydi. Ülkemizde zaman zaman perde arkasında aynı senaryo uygulanmaya çalışılıyor. Gezi olayları ve sonrasında yapılan, yapılmaya devam eden olayların hedefi aynıdır.
Siyasi tarihimizdeki acı olayların yaşanmaması için, halkın
demokrasiyi kararlı ve şuurlu bir şekilde savunması, müdahalelere, her türlü
vesayete de teslim olmaması gerekiyor. Demokrasinin temeli, sözde, kararda
milletindir. İdareciler milletin hizmetkarıdır. Devlet millete hizmet için
vardır.
Müdahalelere, her türlü vesayete de teslim olunmaması
ülkenin istikrarı için birinci şarttır diyebiliriz. İstikrar geminin denizde
rotası istikametinde ilerlemesi demektir. Gemidekiler geminin rotası ile
oynamamalıdırlar, geminin dibini delmemelidirler. Gemi batarsa herkes boğulur.
Gemiyi batırmaya çalışanlara fırsat verilmemelidir. İstikrarın devamı
için toplumun her kesimine görevler düşmektedir. Muhalefet yapıcı, yol
gösterici, hükümet ise şeffaf ve hesap verme iradesini ön plana çıkarmalıdır.
Mehmet Abidin Kartal
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder