11 Ağustos 2015 Salı

Soner Yalçın, büyük bir yalancı veya pervasız bir müfteri olabilir mi acaba?!...

Tarih unutmaz...!
Tarih tekerrürden ibaretse sizce eğer;
Sunulan bu hikaye Misal olmaya değer..
Soner Yalçın
-----------------------------------
BU, ALENİ HALK DÜŞMANLIĞI DA,
2015 YILINA AİTTİR!...
Tarih unutmaz…
57 yıl önceye gidelim…

İktidardaki Demokrat Parti genel seçimi 7 ay önceye çekti.
Halk, 27 Ekim 1957’de sandık başına gitti.
Seçim saat 17.00’de bitecekti.

Fakat saat 14.30’da devletin tek radyosu;
oy verme işlemleri sürerken
DP’nin kazandığı illeri açıklamaya başladı!

Şaka değil gerçek bu…
CHP lideri İsmet İnönü, 
Devlet Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’yu telefonla aradı,
“Sizden bu suçun işlenmesine engel olmanızı talep ediyorum”
dedi.

Bakan Zorlu,
“Beyefendi” 
Adnan Menderes’e gitti,
İnönü’nün söylediklerini aktarıp radyo yayınının durdurulmasını istedi.
“Beyefendi” 
sert çıktı;
“Radyo sonuçları açıklamaya devam etsin!”

CHP bu kez Yüksek Seçim Kurulu’na başvurdu.
Radyo yayını durduruldu.

Fakat DP zaten istediğini almıştı;
kimi CHP’liler “DP kazandı” diye sandığa gitmedi.

Bu arada radyoevinden yabancı gazetecilere,
“İsmet İnönü’nün yazılı açıklaması”
diye bir kağıt verildi.

Sözde İnönü,
“Seçimi kaybettik;
en fazla 120 milletvekili çıkarabiliriz”
demişti! 

BBC’den France Press’e kadar yabancı gazeteciler haberi doğrulatmak için
İnönü’nün yanına gidince, şaşıran sadece yabancı gazeteciler değildi; 

İnönü ülkesi adına utandı. 
Devlet, yalan söylemekle kalmıyor,
yalan belge düzenliyordu!

Bitmedi…

Bir de 1957 seçimlerinin İsmet İnönü’nün isimlendirmesiyle
“kütük marifeti”
var!

Seçmen kütükleri hazırlanırken,
CHP’li seçmenler “kütük”ten yok ediliverdi !

Yerlerine DP’li seçmenlerin adı hem de birkaç kütükte yer aldı.
Yani bir DP’li birkaç sandıkta oy kullandı.
DP kurduğu seyyar ekiplerle bu seçmenlerini sandık sandık taşıdı.
Seçime “iyi organize” olmuşlardı;
organize işler konusunda marifetliydiler!
CHP’li kimi seçmenler kütükte isimlerini göremeyince
oy kullanamadan evlerine döndü.

Hayır daha bitmedi…

Mehmet Barlas’ın
babası
Seçimden hemen sonra oy usulsüzlükleri
bazı şehirlerde olayların çıkmasına neden oldu.

Örneğin Gaziantep’te…
27 Ekim gecesi seçimi CHP’nin 700 oy farkla kazandığı ilan edildi.
Hatta DP’nin gazetesi Zafer bile bu sonucu yazdı.
Fakat,
ertesi gün köylerden
“sayılmamış, unutulmuş oylar”
getirildi ve bin kadar oyla seçimi bu kez DP’nin kazandığı açıklandı.

CHP’liler haklı olarak il seçim kuruluna itiraz etti.
İtirazları kabul edildi. Oylar,
tutanaklar, gerekli belgeler adliye binasına götürüldü;
pazartesi inceleme başlayacaktı.

O gece adliye binası yandı!
Bütün oylar yok oldu!
DP’nin galibiyeti resmiyet kazandı!

Şehirde gergin bir hava oluştu.
29 Ekim Cumhuriyet Bayramı töreninde Gaziantepliler
belediyeye yürüyüp seçimleri protesto etti.

Vali kitlenin üzerine
(o zaman TOMA yoktu)
itfaiye araçlarıyla su sıktırınca olaylar çıktı.
Belediye tahrip edildi.
Polisin halkı dağıtmak için ateş açmasıyla,
DP binasından da kitleye mermiler yağdırıldı.

Olaylarda bir komiser muavini ile bir çocuk yaşamını yitirdi;
çok sayıda kişi
yaralandı.

Zırhlı askeri birliklerin şehre girmesiyle olaylar yatıştı.
Ardından şehirde
“CHP’li cadı avı”
başladı.

Gözaltına alınıp tutuklananlar arasında kimler vardı bilir misiniz:

Mehmet Barlas’ın babası Cemil Sait Barlas.
Zeynep Göğüş’ün babası/Hasan Celal Güzel’in dayısı Ali İhsan Göğüş.
CHP’liler halkı isyana teşvik iddiasıyla 
Yozgat Cezaevi’nde beş buçuk ay yattı.

Avukatları Prof. Dr. Turhan Feyzioğlu idi.
Oy rezaleti yüzünden sadece Gaziantep’te olaylar çıkmadı.
Mersin’de seçim cinayeti
Mersin’de de oy hırsızlığı olaylara neden oldu.

DP’nin oy hilekarlığının ortaya çıkması
halkın sokağa çıkmasına sebep oldu.

Olayları askerler bastırdı.

Bu arada…

CHP’li Mahmut Boytunç, DP’liler tarafından öldürüldü.
Resmi makamlar “katil” diye,
Zeki Budur ve Murat Sevim adlı DP’lileri tutukladı.

Ama katilin aslında DP Mersin Milletvekili
Hüseyin Fırat olduğu yolunda söylentiler çıktı.
Cinayetle ilgili haberlere yayın yasağı getirildi!

Sadece Gaziantep
ve 
Mersin’de olaylar çıkmadı.

İstanbul, Ankara,
Sivas, Giresun,
Kütahya, Kayseri,
Çanakkale, Samsun
gibi birçok şehirde oyların çalındığı iddiası halkı sokağa döktü.

Olayları bastırmak için şehirlerin üzerinden uçaklar alçaktan uçuş yaptı. 
İsmet Paşa,
“Savaşta bile askeri uçakların sivil halk üstüne dalış yapmadığını” 
söyledi.

Seçimin üzerinden 5 gün geçti.
Fakat Türkiye sakinleşmedi.

Bu nedenle…

1 Kasım 1957’de TBMM açılışında
Ankara’da olağanüstü güvenlik önlemleri alındı.
Başkentin caddelerinde tanklar vardı.
Yollar asker kordonu altındaydı.
Gençlik Parkı’na, Güven Parkı’na askerler yığıldı.
Aslında tüm bu gerginliğin nedeni Meclis tutanaklarına yansıdı:

1957 seçimlerinde DP bir önceki
1954 seçimlerine göre 9 puanlık büyük oy kaybetti.

Bunu bekliyorlardı.

Bu nedenle işi sıkı tutmuşlardı.
Ne olursa olsun kazanmayı amaçlamışlardı.

Sonuçta…
DP, 1957 seçiminde CHP ile artık başa baştı;
CHP’nin yüzde 41’ine karşılık yüzde 47’lik oyu vardı.
DP’nin bu oyların ne kadarında kütük marifeti vardı,
bilinmiyor.

Bilinen; 
Türkiye’nin 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesine
böyle seçim şaibeleriyle de sürüklendiğidir.

Tv’lere çıkanlar,
gazetelerde yazanlar bu konulara hiç değinmiyor.
Yalan üzerine iktidar inşa ediyorlar.

Dün de öyle…
Bugün de öyle…
*******************************
Soner Yalçın

4 Temmuz 2015 Cumartesi

David Rockefeller: "TÜRKİYE’YE ADNAN MENDERES ZAMANINDA “MARSHALL YARDIMI” İLE EL ATTIK"

Haberiumturk haber sitesi: ABD’li Yahudi bankacı işadamı David Rockefeller, son yüzyılın en büyük itiraflarını yaptı.  Rockefeller’e atfedilen bu itiraflar, aslında hepimizin bildiği tarihi gerçekler..
İşte David Rockefeller’in söyledikleri:
TÜRKİYE’YE ADNAN MENDERES ZAMANINDA “MARSHALL YARDIMI” İLE EL ATTIK
Mesela Türkiye’yi ele alalım. Türkler de yıllar boyu komünizme karşı savaşmıştır. 1950’lerde ülke yönetimine bize desteğimizle Adnan Menderes gelmişti. Aslında Menderes bizimle başta gayet güzel bir diyalog kurmuştu. Bizden seçimde aldığı destek karşılığında, Marshall yardımı adı altında devamlı borç alıyor ve ülkesinde yatırımlar yaparak sanayi yapısını geliştiriyordu. Fakat o kadar plansız ve programsız harcama yapıyordu ki ödeme günleri geldiğinde, bizden, borç ödemek için tekrar tekrar borç istemeye başladı. Biz de kendisinden ülkesini yabancı sermayeye açmasını ve bizim şirketlerimize özel imtiyazlar tanımasını, diğer bir deyişle Osmanlı İmparatorluğu’na dayatılan kapitülasyonlar benzeri şeyler talep ettik Menderes bize bunu hiçbir zaman kabul etmeyeceğini söyledi ve bizden uzaklaşamaya başladı. Ülke insanı ilk defa asfalt yollarla tanışıyor, fabrikalar arka arkaya dikiliyordu. Ülkenin çoğunluğu Müslüman olduğu için ülkenin her yerine camiler yaptırıyordu. Menderes bu şartlarda iktidarda ki yerini uzunca bir süre için, sağlamlaştırdığını sanıyordu. Bir darbe ile bu işe bir son verildi ve sonunun öyle bitmesini istemediğimiz halde, çalışma arkadaşlarıyla beraber idam edildi. Sadece CELAL BAYAR kurtuldu, çünkü bir MASONDU ve yakın arkadaşı Papa Roncalli ya da diğer adıyla 23. John, Vatikan’ın baskısıyla onu idamdan kurtardı.
1980 DARBESİ BİZİM İSTEKLERİMİZ DOĞRULTUSUNDA YAPILDI
Aynı ülkede gerçekleşen 1980 darbesi de bizim isteklerimiz doğrultusunda yapıldı. O zamanlar ülkede bir solcular, bir sağcılar iktidara geliyor ve bizim isteklerimiz doğrultusunda ülke ekonomisini yönlendiriyorlardı. Fakat Amerika ve Avrupa’da gelişmiş ülkelerin piyasaları doyuma ulaşmışlar ve biz yeteri kadar mal satamaz olmuştuk. Bunun üzerine diğer az gelişmiş ülkelere uyguladığımız planı onları da uygulamak istedik ve serbest piyasa ekonomisine geçmelerini ve ithalatın serbest bırakılmasını talep ettik. Bu istediğimizi kabul etmiş görünüyorlar, fakat işi uzatıyorlardı.
BİNLERCE TÜRK GENCİ UYDURMA İDEOJİLER UĞRUNA CAN VERDİ
En sonunda bu ikilem yine bildiğimiz yollarla, Ordo Ab Chaos ile çözüldü. Yani önce kaos, sonra düzen. Provokatörlerimiz aracılığıyla sağ ve sol ideoloji kavgaları başlatıldı. Aslında başında onay vermiş gibi göründüğümüz Kıbrıs Savaşı’ndan sonra ülkeye uygulanan ambargo sayesinde halk canından bezmiş, ülkede yağ ve tuz bile bulunamaz olmuştu. Karaborsacılar zenginleşirken halk iyice sefalete düşmüştü. Ülkeye gönderilen provokatörlerimiz için bu halkı kışkırtmak hiç zor olmadı. Ülke halkı sağcı ve solcu olarak iyiye bölündü ve çatışmaya başladılar. Olaylar öyle bir dereceye geldi ki, hergün elli-altmış kişi sokak çatışmalarında ölmeye başlamıştı. Bütün ülke terör korkusu altında eziliyordu. İnsanlar akşamları sokağa çıkamaz olmuştu. Her an bir serseri kurşuna hedef olmak vardı. Binlerce Türk genci uydurma ideolojiler uğruna can vermişti. Hükümetler birbiri arkasına iktidara geliyor fakat olayları önleyemiyorlardı. Sonra darbe geldi ve bütün olaylar bıçak gibi kesiliverdi. Zavallı ülke halkı bu sözde başarıyı darbenin bir neticesi olarak gördüler. Çünkü nihayet terörizm sona ermiş, ülkeye huzur gelmişti. Aslında provokatörlerin görevi bitmiş, sahneden çekilmişlerdi. Burada oynanan oyun, halkı umutsuz ve çaresiz bir duruma düşürmek ve onlara bir “kurtarıcı” sunmaktır; ondan sonra bu kurtarıcı ne yaparsan yapsın hemen kabullenecektir.
ÖZAL, İSTEKLERİMİZ DOĞRULTUSUNDA KAPILARI SONUNA KADAR AÇTI
Askeri hükümet bir süre devlet yöneticiliği yaptı ve bizim belirlediğimiz bir kişiye yönetimi devretti. Bu Turgut Özal’dı. Özal, tam da bizim isteklerimiz doğrultusunda ülkenin kapılarını bize sonuna kadar açtı. Bizim şirketlerimiz bu bakir piyasaya kurtlar gibi saldırdılar. İlk önceleri fiyatları çok düşük tutarak yerli sanayinin rekabet gücünü düşürdüler. Ülke artık Amerikan ve Avrupa yapımı mallarla dolmuştu. Sanayi şirketlerimiz stoklarını eritirken finans şirketlerimiz de ülkeyi artan ithalatı karşılayabilmeleri için yüksek faizlerle borç yatağına sürüklüyorlardı. Böylece, gelişmekte olan ülkeler olarak adlandırdığımız bu ülkelerin hemen hemen hepsinde uygulanan ve 80’li yıllarda başlatılan bu proje ile, bütün ülkeler, hem bizlerden aldıkları mallarla sanayi şirketlerimizi zenginleştirmeye devam ediyorlar, hem de bu malların karşılığı olan ödemelerini yapabilmek için bizim finans şirketlerimizden aldıkları yüksek faizli kredilerle, her sene artan bir borç batağına sürükleniyorlar.
TÜRKİYE’DE PARA İTİBAR GÖRDÜ, ARKADAŞ, DOST, AİLE GİBİ KAVRAMLAR UNUTULDU
Bu arada, Özal bütün bunların yapılabilmesi için gereken kanunları yavaş yavaş çıkarmıştı. Bu ülke vahşi kapitalist sistemle o kadar çabuk uyum sağladı ki, bizim bile düşünemediğimiz hayali ihracat gibi vurgun yöntemleri keşfettiler. İnsanlar artık en kısa ve en kolay yönden servet yapmanın peşine düştüler. Rüşvet, devlet bankalarının çeşitli entrikalarla soyulmaları, banker skandalları birkaç örnek. Arkadaş, dost, aile gibi kavramlar unutuldu ve sadece parası olanlar itibar görmeye başladı. Bu arada, yerli sanayi can çekişiyor, küçük işletmelerden başlayarak yavaş yavaş büyük işletmelere doğru bir iflas dalgası yayılıyordu. Devlet işletmeleri ise bizim istediğimiz yöneticilerin atanmaları sağlanarak zarar ettiriliyordu. Sonunda bu işletmeler ya kapatılıyor, ya da özelleştirme hikayesiyle, ucuz fiyatlarla şirketlerimiz tarafından ele geçiriliyordu.
“KÜRT DEVLETİ PROJESİNİ” HAYATA GEÇİRMEK İÇİN ÖNCE ÖRGÜT YARATTIK
Beyni yıkandığı için temiz hayallerle işe başlayan Özal, sonunda bu sistemin gerçeklerini görerek kendisini de kapitalizmin çarklarına kaptırdı. Ailesini ve yakın çevresini zengin etmeye başladı. Öyle bir duruma geldiler ki Özal’ın çevresinde prens ve prensesler ortaya çıkmaya başlamış, biz ülke monarşizme dönüyor diyerek kaygılanmaya başlamıştık. Aslında tam bir komedi oynanıyormuş. Her neyse, ülke insanının tepkisini ölçmek için kendisinden Kürt devleti fikirlerinden bahsetmesini istedik. Fakat bu düşünceler kendisine pahalıya maloldu. Biz de Kürt devleti projemizi hayata geçirmek için *** denilen bir örgüt yaratıldı. Bu örgütle uğraşmak ülke ekonomisine çok büyük zarar verdi ve şu anda koskoca Osmanlı İmparatorluğu’ndan geriye kalan bir avuç toprakta varlığını sürdüren Türkiye, bizim hiçbir istediğimiz geri çevirecek durumda değil. Sanırım yakın gelecekte topraklarından biraz daha, bir süre sonra da bizim için hala geçerli olan Sevr Antlaşması uyarınca hemen hemen tamamından fedakarlık etmek zorunda kalacak.
TÜRKİYE BİZİM İÇİN ÇOK ÖNEMLİ… SU KAYNAKLARININ ÖNEMLİ BİR KISMI BURADA
Rockefeller de sözü devralarak başlıyor;
Türkiye hakkında biraz daha durmak istiyorum; çünkü dünyadaki en stratejik konumdaki ülkedir ve bizim için çok önemlidir. Nedenlerine gelince:
Bir kere Büyük İsrail Devleti topraklarının su kaynaklarının önemli bir kısmı şu anda Türkiye’ye aittir.
İkincisi, Müslüman ve demokratik bir ülke olarak bu konuda öncü bir ülkedir. İslamiyeti yıkmak istiyorsak önce Türkiye’den başlamalıyız.
Üçüncüsü, Avrupa ve Asya arasında bir köprü durumdadır.
Maden, petrol, doğalgaz gibi zengin yer altı kaynaklarına sahip Ortadoğu ve Kafkasya’ya hakim olmak istiyorsak bu ülke elimizin içinde olmalıdır. Ortadoğu hemen hemen elimizde sayılır. Kafkasya ve Orta Asya’daki diğer Türk devletleri de yakında darbelerle kargaşaya boğulacaklar ve avucumuzun içine düşecekler. Bu Türkler aslında birleşip bir araya gelseler karşılarında hiçbir güç duramaz. Bu yüzden böyle bir olasılığa karşı, ajanlarımız her an tetikte bekliyorlar. Türk devletlerinde kilit mevkilerdeki adamlarımız, aralarında en ufak bir yakınlaşma sezdiklerinde hemen istikrarı bozacak olaylar ve darbelerle bunu önlüyorlar.
EN ÖNEMLİSİ, TÜRKLER MEDENİYETİN BEŞİĞİDİR VE KÖKENLERİ SÜMERLERE KADAR DAYANIR
Dördüncüsü, ülke bor madenleri bakımından dünyanın en zengin ülkesidir ve bu maden dünyada yakın bir gelecekte, petrolden bile daha önemli bir hale gelecek.
Beşincisi ve belki de en önemli olanı Türkler medeniyetin beşiğidir. Türkler, Milattan Önce 4.000’lerde Orta Asya’da yaşayan büyük bir felaketten sonra yaşadıkları yerleri terk edip, Mezopotamya’ya ve Rusya üzerinden Avrupa’ya gelen Aryanlar, yani dünyadaki en medeni olarak kabul ettiğimiz Ari Irk’tandırlar ve Avrupa’daki Finliler, Macarlar gibi bazı uluslar Türk kökenlidir. Ayrıca Anadolu’da büyük uygarlıklar kuran Hititler ve Asurlular’ın da Türk kökenli olma ihtimali yüksektir.
Milattan Önce 3.500 yıllarında Mezopotamya’da yaşamış olan Sümerler ilk yazıyı bulan, toplumda adaleti sağlamak için ilk yasaları çıkaran ve mahkemeleri kuran, ilk para kullanan ve vergi toplaya, ilk okul açan ve tekerleği bulan ulustur: yani dünya medeniyetinin başlangıç noktasıdır ve soyları tarihçilerimizin araştırmalarına göre Türk kökenli insanlardır. Çünkü Sümerler o bölgenin yerli halkı değildirler; yani göçebedirler ve tarihçilerimizin araştırmalarına göre “kız” manasına gelen “kır” kelimesi, “öküz” manasına gelen “ökür” kelimesi gibi bugüne kadar çözülebilen 1000 civarında Sümerce kelime ve “Ayağını yere sıkı bas, Tatlı söz yılanı deliğinden çıkarır, Sel gibi silip süpürmek, Yağ gibi erimek” gibi yüzlerce atasözü bugün Türkçe’de kullanılmaktadır. Sümerlerin Ay Tanrısı’nın simgesi olan “Yarımay”, bugün Türk bayrağında kullanılmaktadır. Roma ve Yunan medeniyetleri Sümerlerden oldukça fazla faydalanmışlardır; mesela yapılarındaki süslemeleri ve Tanrıları Sümer tapınaklarından gelir.
Fakat biz bunu örtbas etmek için, Milattan Önce 2.000 yıllarında, yani Sümerlerden 1.500 yıl sonra başlamış olmasına ve Yunan medeniyetini, dünyadaki ilk medeniyet olarak dünyaya tanıttık. Daha da ilginç olanı, Yunanlılardan önce Mısır Medeniyeti başlamıştır; ama onlar da ancak Sümerlerden 1000 sene sonra piramitlerini yapabilecek uygarlık düzeyine gelebilmişlerdir. Mayalar ve İknalar; Sümerlerden 2000 sene sonra ziguratlarını aynı biçimde yapmışlardır.
MEDENİYETİN BEŞİĞİ OLARAK TÜRKLERİ KABUL EDEMEZDİK, BU MİRASA EL KOYMALIYDIK
Medeniyetin beşiği olarak Türkleri kabul edemezdik; tam aksine binbir entrika ile bu kültür miraslarına el koyarak biz onları bütün dünyaya barbar, hak hukuk tanımayan bir toplum olarak tanıttık ve bunda da oldukça başarılı olduk. Sümer Kralları Urukagina ve Urnammu, çok tanrılı bir toplum kurarak, insanlar arasında adaleti sağlamak ve haksızlıkları önlemek için yasalar çıkararak, çağımız toplumlarına öncü olurlarken, bugün tek tanrılı bir toplum olan Türkiye’de bizim çalışmalarımız sonucu, fuhuş, rüşvet, hırsızlık, haksız kazanç ve gelir dağılımı aşırı düzeylerdir.
Aslında insanlar tarih kitaplarını açıp okusalar, bütün gerçeği görecekler ama insanoğlu için duyduğuna inanmak yeterlidir, okumak çok zor gelir.
Ben de o ana kadar en medeni ulus olarak İngilizleri görüyordum. Duydukları hiç hoşuma gitmeyince konuyu değiştirmek istedim.
OSMANLI’YI YIKMAK ZOR OLMADI
“Dünya ülkelerini nasıl ele geçirmeyi düşünüyorsunuz?” diye sordum. Rothschild kendimden emin bir tavırla konuşmayı sürdürdü.
Rothschild: Sana tarihten örnekler vererek gücümüzü göstermek istiyorum; Birinci Dünya Savaşı, Avrupa’da bize karşı olan imparatorlukları dağıtmak ve en önemlisi Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalayarak Ortadoğu’daki petrol yataklarını ele geçirmek ve İsrail devletinin yolunu açmak için çıkarılmıştı. İsrail devletinin kurucusu sayılan Theodor Herlz, o zamanki Osmanlı Padişahı II. Abdülhamit’e giderek, bizim ailemizin desteğiyle Filistin topraklarını satın almak istedi. Fakat padişah bize karşı çıktı. Bizim için Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkmak çok zor olmadı. Çünkü padişahlar genellikle Türk kadınları yerine, fethettikleri ülkelerden köle olarak getirdikleri başka din ve ırklara mensup kadınlarla evleniyorlardı. Tabii Hürem Sultan gibi bu kadınlar zamanla ülke yönetiminde söz sahibi oldular ve kendileri gibi yabancı kökenli adamlarıyla bizim istediğimiz gibi, ülkeyi yıkıma götüren bir şekilde yönetmeye başladılar. Padişahlar ise devlet yönetiminin emin ellerde olduğu düşüncesiyle zevk ve sefaya dalmışlardı. Bu da Osmanlı’nın çöküş devrini başlattı. Mason örgütleri tarafından kışkırtılan insanların çıkardıkları isyanlarla topraklar kaybedilmeye başlandı. Hazine plansız harcamalarla tüketildi. Savaş sonunda hedefimize ulaşmamıza az kalmıştı; ama Atatürk adında bir lider ortaya çıkarak planlarımızı bir süreliğine ertelememize neden oldu. Tabii ki sonuçta bizim finans ve silah sanayi şirketlerimiz servetlerini onlarca kez katladılar. I. Dünya Savaşı sonunda Monarşizm tez olarak, Demokrasi antitez olarak, Komünizm’i yani sentezi oluşturdu.
HİTLER, BİZİM TARAFIMIZDAN GETİRİLDİ, ÇÜNKÜ BURADAKİ YAHUDİLER İSRAİL DEVLETİNİ KURMAYA YARDIMCI OLMADILAR
İkinci Dünya Savaşı’nın asıl sebebi şu an olduğu gibi dünyada başlayan ekonomik krizlerdi; diğer bir önemli neden ise Diaspora’nın yani kutsal topraklar dışında yaşayan Yahudilerin, yeni İsrail devletini kurmaya yardımcı olmamaları ve bu ülkeye dönmeyi kabul etmemeleriydi. Hitler’in bulunduğu mevkiye gelmesi ve Alman ulusunu büyülemesi, yine bizim tarafımızdan aldığı mali yardımlar sayesinde olmuştur. Harriman, Guaranty tröstü gibi Amerikan finans devleri, Alman çelik kralı Thyssen’ın mali yardımları ve Thule Örgütü’nün desteğiyle Hitler, dünya savaşı başlatacak güce erişiyordu. Bu iş için Hitler seçilmişti; çünkü Yahudilerden nefret ediyordu. Sebebi ise, babaannesi o zamanlar zengin bir Yahudinin yanında hizmetçi olarak çalışıyordu ve babaannesi bu Yahudi patronu tarafından hamile bırakılmış, durumdan haberdar olan evin hanımı tarafından evden kovulmuştu. Babaanne kucağında bir bebek ile, yani Hitler’in babasıyla, başka bir iş bulamayınca koyu Katolik olan baba evine geri dönmüştü. Hitler zamanla bu gerçeği öğrenmiş, Yahudilere kin duymaya başlamıştı. İsrail topraklarına dönmemekte ısrar eden Yahudileri korkutmak amacıyla birkaç katliama izin verildi ve söylenenden çok daha az kişinin öldüğü bu katliamlar kullanılarak sözde milyonların yok edildiği Yahudi katliamı senaryoları üretildi. Şimdi aynı katliam senaryosu Ermeni Soykırımı adı altında Türklere uygulanmaktadır. Bu saçma soykırım masalı Türklere yüklenecek ve böylece Türkiye yüz milyarlarca dolar tazminat ödemek zorunda kalacak. Bu da Türk ekonomisi için büyük bir darbe olacaktır.
ATOM BOMBASI, YAHUDİLERİN YAŞADIĞI ALMANYA’YA ATILAMAZDI, BU NEDENLE JAPONYA KIŞKIRTILDI
Almanlar’dan nefret eden o zaman ki Siyonist başkanımız Einstein’ın Amerikan Başkanı Roosevelt’e bir öneri mektubu göndermesiyle atom bombası çalışmaları Manhattan Projesi altında başlatılmış ve kısa sürede sonuç alınmıştı. Ama bir sorun vardı, bu bomba çok güçlüydü ve deneme yapılabilmesi için Amerika’nın halkın desteğiyle savaşa girmesi gerekiyordu. Ayrıca Alman şehirlerinde çok sayıda Yahudi yaşıyordu; bu ülkeye atom bombası atılamazdı. Japonlar kışkırtıldı ve daha önceden haber alınmasına rağmen, halkın duygularıyla oynanarak desteğinin kazanabilmesi için yüzlerce Amerikan askerinin ölmesiyle sonuçlanan Pearl Harbor baskınına göz yumulmuş ve bu sorun da aşılmış oluyordu.
İSRAİL DEVLETİ, ROTSCHILD AİLESİ’NİN CÖMERT MALİ DESTEĞİ İLE KURULDU
Ve böylece Büyük İsrail İmparatorluğu’nun temelini oluşturan İsrail Devleti 1948 yılında Rotschild Ailesi’nin cömert mali desteğiyle kuruldu. Ordo Ab Chaos yine işe yaramıştı. Bu arada savaşta iflas eden ülkelerin ekonomilerinin düzeltilmeleri için Harriman, Rockefeller, Vanderblit ve Rothschild finans kurumlarından aldıkları borç paralar devreye giriyordu.
SOVYETLER BİRLİĞİ’NE YETERİ KADAR ÜLKE TAHSİS EDİLMİŞ, MALİ DESTEK VERİLMİŞTİ
Sovyetler Birliği, Hegel Diyalektiği gereği bir karşıt güç yaratılması gerektiği için, Amerikan International Barnsdall Corporation şirketinin verdiği ekipman ve yine Amerikan W.A Harriman Company ve Guaranty Tröstü tarafından verilen mali desteklerle petrol kuyuları ve maden yatakları açarak, ekonomisini geliştirdi. Bu arada dünya ülkeleri komünizm ve kapitalizm arasında seçimlerini yapmaya başlamışlar; Sovyetler Birliği’ne kapitalizmi savunan bizlere karşı eşit bir güç oluşturması ve bu oyunun sürdürülebilmesi için yeteri kadar ülke tahsis edilmişti.
ÇİN, HENÜZ KONTROL EDEMEDİĞİMİZ BİR ÜLKE AMA ABD EKONOMİSİNE KATKISI BÜYÜK
Çin ise Amerikan Bechtel Corporation’ın verdiği teknoloji ve beyin gücüyle süper bir güç haline geldi. Bu ülke henüz kontrol edemediğimiz, dünyadaki tek ülke. Fakat Amerikan ekonomisine büyük katkıda bulunuyorlar; çünkü iş gücü çok ucuz, ayda 30 dolara çalışacak işçi bulmak bizim ülkelerimizde patronların en tatlı rüyası olurdu.
VİETNAM, KORE, KAMBOÇYA, TAYLAND, ENDONEZYA, AFGANİSTAN, İRAN-IRAK, YUGOSLAVYA SAVAŞ ENDÜSTRİSİ’NİN DENEME VE GELİŞMESİNE YARADI
Size dünyadan kısa örnekler vererek konuşmamıza devam edeceğim;
Vietnam savaşında, Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği silah endüstrileri, yeni imal ettiği silahları deneme fırsatı bulmuştu ve silah sanayisini canlandırmak için devlet, eskileri kullanarak elden çıkarmıştı. ‘Agent Orange’ adlı kimyasal silah ile bu zehirin bitkiler üzerinde ölümcül etkileri görülmüş oldu. Bir ülke ekonomisi batağa sürüklendi.
Kore savaşı ile bu ülke iyiye bölündü ve kalkınma hayalleri suya düştü. Böylece ülke ekonomisi tahrip edildi. Ayrıca bu ülkede mikrop bombaları ve dioksin gibi çeşitli zehirler ile biyolojik savaş denemeleri yapıldı.
Kamboçya’da Amerika ile ticaret yapmayı reddeden lider Sihanuk 1970 yılında bir darbe ile devrildi ve yerlerine ülkeyi kaosa sürükleyen Pol Pot ve Kızıl Kmerler geçirildi.
Tayland’da yine ülke yönetimi devrilerek yerine diktatörlük rejimi kuruldu. Ülke ekonomisi yıllarca bize çalıştı.
Endonezya devlet başkanı Suharto 1957-58 yıllarında Amerika Birleşik Devletleri’nin verdiği silahlarla Doğu Timor’u işgal etti ve yıllarca sürecek bir kaos yarattı, binlerce insan öldü.
Afganistan savaşı Ruslara silah sanayisini geliştirmek için büyük fırsatlar sunmuştur. Biz de yeni üretilen silahların etkilerini deneyebilmek için büyük bir fırsat yakalamıştık. Ayrıca ülke çok zengin yer altı kaynaklarına sahiptir. Afganistan yönetimi şu anda tamamen bizim kontrolümüz altındadır.
İran-Irak savaşı Saddam’a büyük vaatler yapılarak başlatıldı. İlk iş olarak birbirlerinin petrol kuyularını ve tesislerini bombaladılar. Tabii sonunda petrol zengini bu iki bizlerden daha fazla silah satın alıp savaşı kazanabilmek için ülke ekonomilerini iflas ettirecek düzeye getirdiler. Sonuçta bütün şehirleri ve petrol tesisleri yine bizler tarafından yeniden kurulacaktı. Bu de yine bizlerden daha fazla borç almakla mümkün oluyordu.
Saddam dolduruşa getirilerek başlatılan 1990 yılındaki Körfez savaşı, ile ırak ekonomisi bir kez daha çökertildi; Kuveyt’i tekrar inşa etmek için milyarlarca dolarlık iş bağlantıları yapıldı; Amerikan askerleri bölgeye ilelebet yerleşti. Bu savaşta test amacıyla tüketilmiş uranyum bombaları kullanıldı. Bu bombalar, etkisi yıllarca sürecek radyoaktif maddeler yayarak bölgedeki yüz binlerce insanın, tabii bu arada bizim askerlerimizin de ölmesine yol açtı, hala da insanları öldürmeye devam ediyorlar.
1990 Yugoslav savaşında salkım bombaları kullanıldı. Bu teknoloji harikası bombalar yere yaklaştıklarında yüzlerce küçük bombalara ayrışıyorlar ve yere düştüklerinde hala patlamamış olanlar her zaman aktif birer bomba olarak kurbanlarını bekliyorlar.
Rotthschild konuşmasına “Bu ülkelerin şimdi tamamen bizim kontrolümüz altında olduğunu sanırım söylememe gerek yok” diyerek ara verdi. Onun kaldığı yerden Rockefeller devam etti.
ZAİRE, ÇAD, YEMEN, GUATEMALA, ŞİLİ, BREZİLYA, DOMİNİK, SOMALİ, PANAMA, EL SALVADOR, BOLİVYA, EKVATOR, PERU, URUGUAY, ANGOLA’DAKİ SAVAŞLAR VE DARBELER BİZİM PLANLARIMIZDI
Zaire devletinin başına CIA destekli bir darbe ile 1965 yılında geçen Mobutu, George Bush’un deyimiyle Afrika’daki en iyi adamımız oldu.
Çad Hükümeti 1982 yılında bir darbe ile devrildi ve yerine diktatör Hissen Harbe geçirildi. Bu geçiş sırasında on binlerce insan öldü.
Yemen 1990 yılına kadar iki ayrı devlet halinde uzun yıllar birbirleriyle savaştılar. Bizim şirketlerimiz zenginleşmeye devam ettiler.
Guatemala’da hükümet, komünist rejim tehlikesi bahane edilerek CIA yardımıyla 1953 yılında devrildi ve bugüne kadar bizim tayin ettiğimiz askeri hükümetlerle ülke sonsuz bir kargaşa içinde yönetilmektedir.
Şili’de General Pinochet, 1973 yılında iktidarı ele geçirerek, yıllarca bizim isteklerimiz doğrultusunda ülkeyi yönetti. Amerika Birleşik Devletleri’ne aktardığı milyarlarca dolarla ülke ekonomisi bataklığa sürüklendi. Ülke insanları sefalet içinde yüzerken, bizler daha zengin olduk.
Brezilya'da komünizmden kurtarılan bir diğer ülkeydi. Ülke yönetimi 1964 yılında bir darbe ile devrildi, ülke Amerika Birleşik Devletleri’nin Güney Amerika’daki en güvenilir müttefiklerinden biri oldu.
Dominik Cumhuriyeti, aynı şekilde 1963 yılında bir darbe ile bizim istediğimiz yöneticilere kavuştu. Ülkenin serveti bizlere aktı.
1990’lı yıllarda Kolombiya’da uyuşturucu ile mücadele etmek maskesi altında ülke yönetimi ele geçirildi. CIA bu ülkeden gelen uyuşturucu parasıyla dünyanın çeşitli ülkelerindeki operasyonlarını finanse ediyor.
Fiji, Grenada, Panama, Somali, El Salvador işgal edildi. Sarin, hardal gazı gibi sinir gazları halk üzerinde denendi. Yüz binlerce insan öldü ve hala ölmeye devam ediyor.
Bolivya, Gana, Ekvator, Haiti, Filipinler, Peru, Uruguay, Angola, Seyşel adaları gibi üçüncü dünya ülkelerinde yapılan darbeler ve karışıklıklar hep bizim planlarımızın bir parçasıydı.
BÜTÜN ÜLKE YÖNETİMLERİNİ KONTROL ALTINDA TUTUYORUZ, AKSİ HALDE TERÖR OLAYLARINI DEVREYE SOKUYORUZ
Avrupa ülkelerinde kurulan İtalya Gladio’su benzeri istihbarat örgütleri sayesinde, bütün ülke yönetimlerini kontrol altında tutmaktayız.
İstanbul’daki sinagoglara yapılan saldırılar ve Madrid’deki tren bombalama olayları, bu ülkelere bizim isteklerimizi görmezden geldiklerini hatırlatmak için yaptırıldı.
New York İkiz Kuleler, Pentagon saldırıları, Kenya ve Suudi Arabistan’daki bombalama olayları ise tamamen bizim planlarımız doğrultusunda icra edildiler.
Ben “dünyada el atmadıkları başka ülke kaldı mı acaba” diye düşünüyordum. Rockefeller böyle beni şaşkınlığa uğratmanın zevkiyle içkisini bir yudumda bitirerek sözlerini tamamladı;
DÜNYADA HİÇBİR YERDE MAFYA VE KAÇAKÇILIK OLAYLARI BİZİM İZNİMİZ OLMADAN YAPILAMAZ
“Bu arada, bütün organizasyonların çok yüksek olan maliyetleri konusu var. Onların kaynağı ise vergiden muaf olan vakıflarımızın topladığı bağışlardan ve mafya ile olan bağlantılarımız sayesinde finanse diliyor. Dünyanın hiçbir ülkesine mafya veya kaçakçılık faaliyetleri, o devletin haberi ve izni olmadan yapılamaz. Yapılması için, üst kademelerde işbirlikçilerin olması gerekir. Bu işbirlikçiler gözünü para hırsı bürümüş insanlar seçilir ve bir kere bu işlere bulaşıldı mı, bir daha çıkış yoktur. Dünyanın her yerinde tamamen bizim kontrolümüz altında çalışan mafya, özellikle uyuşturucu ve silah kaçakçılığı ile ilgilenir, çünkü en tatlı para bu alanlardadır. Bu paradan biz en büyük payı alırız ve bu parayla birlikte masum görünüşlü vakıflarımızın desteğiyle bütün bu faaliyetlerimiz finanse edilir ve buna işbirlikçilere dağıtılan para ve rüşvetler dahildir.
NEDEN KUZEY AMERİKA VE BATI AVRUPA VARLIKLI BİR YAŞAM SÜRER DÜNYADAKİ 5 MİLYAR İNSAN, BİZİM 1 MİLYAR İNSANIMIZ İÇİN ÇALIŞIR
Bu örnekler inanın bana sadece buzdağının dışarıdan görünen başı. Gördüğünüz gibi dünyanın her noktası kontrolümüz altında. Hegel Diyalektiği’nin amacımız doğrultusunda ne kadar çok işe yaradığını görüyorsunuz. Hiç düşündünüz mü, Kuzey Amerika ve Batı Avrupa ülkeleri vatandaşlarına rahat ve varlıklı yaşam olanakları sunarken, dünyanın diğer ülkelerinde neden sefalet ve bitmeyen bir kargaşa var? Çünkü bizim ırkımız seçilmiş ırktır, diğerleri sadece köledirler. Eğer yaşamak istiyorlarsa ömür boyu bize bu şekilde hizmet etmek zorundadırlar. Dünyadaki 5 milyar insanı bizim toplumlarımızdaki 1 milyar insan için çalışıyorlar. Bütün zenginlikleri bizim şirketlerimize ve dolayısıyla bizim ülkelerimize atkılıyor. Biz gelişmiş ülkeler, her geçen gün daha da zenginleşirken, üçüncü dünya ülkeleri, ekonomileri çökertilmiş, halkı uydurma savaşlar ve olaylarla sefalete sürüklenmiş çaresiz bir halde; refah içinde yaşayan işbirlikçi yöneticileri ve zengin tabakları bizim emirlerimizi bekliyorlar.
Bizimle işbirliği yapanlar, çok yakında yeni dünya hükümetinde kendi bölgelerini bizim idaremiz altında yönetecekler. Üçüncü sınıf ülkelerin halkları eğitim düzeylerine göre işçi olarak çalışacaklar, bizim gibi gelişmiş halklar da bunların üstünde bir hiyerarşi içinde yönetici olarak görev yapacaklar. Bu sınıfa giren ülke insanları için cumartesi günleri dışında bütün bayram ve tatil günleri kaldırılacak ve ancak karınlarını doyurabilecekleri bir maaş karşılığında, bütün yıl boyunca haftanın altı günü çalışacaklar. Bizim insanlarımız günün çok az bir kısmını çalışmaya ayıracak ve günün geri kalan kısmını zevk ve eğlenceyle geçirecekler.
İlk önce bütün bu anlatılanları çok büyük hayaller olarak görmüştüm; ama diğer ülkelerin durumu aklıma gelince gerçekleşme olasılıklarının olduğunu hesapladım. Gerçekten de çok az televizyon seyretmeme rağmen savaş ve ayaklanma haberleri gözüme çarpıyor, açlıktan ve sefaletten sürünen insanları seyrettiğimi hatırlıyorum. Ama ben medya adamıydım ve bütün bunların sebeplerini araştıracak zamanım yoktu…
(Haberim Türk-Haber Sitesi; 19.12.2013)
-- 
RESYAD
Rüzgar Enerjisi Santralleri Yatırımcıları Derneği
Başkanı Salahattin BAYSAL
***
Ebuziya Tevfik St. No:1/8 Cankaya/Ankara-TURKEY
Tel: + 90 312 439 00 42–43
Fax: + 90 312 440 25 25

BİR "MUHALİF VE MUARIZ"; Dr. Mehmet Galip BAYSAN

İNÖNÜ ÇOK PARTİLİ DEMOKRATİK DÜZENİ NASIL KURDU? (1)
Mehmet Galip BAYSAN, 24 Haziran 2015
Bu yazı serisine başlarken şunu açıkça beyan etmek isteriz ki; günümüzde Çağdaş Demokrasinin en tabii hali olan çoğunlukçu demokratik düzenin kuruluşunun hikâyesi hayli enteresandır. Bu konunun en az bilinen yönü; zamanın Milli Şefi olarak adlandırılan İsmet İnönü’nün oynadığı roldür. Biz birkaç bölüm devam edecek bu yazı serisi içinde bu dönüşün baş mimarı İnönü’nün rolünü anlatmaya çalışacağız.
Atatürk gibi İnönü’de “Demokrasi” idealine belki genç bir subayken sahip olmuştu, ancak uygulama imkânına yavaş yavaş sahip oluyorlardı. Bu yolda ilerlerken de hiçbir zaman Orduyu kullanmak akıllarından geçmedi. Orduyu siyaset dışında tutarken siyasi yaşamın temel direği olarak partilerine güvendiler. Hatta Serbest Fırka olayında olduğu gibi Atatürk’ten tarafsız kalması istendiğinde, Atatürk hiç bir zaman “Ordu’nun başına geçerim” gibi bir söz kullanmamış fakat “o zaman bende partimin başına geçer öyle mücadele ederim” sözleriyle kriz anında tek çözüm kaynağının siyasi parti olacağını açıkça ortaya koymuştur. Atatürk’ün kendisinden sonraki döneme “siyaset dışı kalmayı benimsemiş” bir Ordu devredişi, onun dikkati çekmeyen, ancak demokratik yaşama geçiş döneminde üzerinde durulması gereken en önemli miraslarından biridir.(1)
Rauf Orbay’ın anılarında Cumhurbaşkanı seçildikten sonra İnönü’nün kendisine bir parti kurmayı teklif ettiğini ve Rauf Bey’in “Oh! Beyim siz yine Cumhur reisi ve biz yine muhalefette boğuşacağız” mealinde bir ifadeyle reddettiği belirtilmektedir. Tamamen Atatürk’ün izinden giden İnönü, yaşının 60’a dayandığı bir dönemde, ülkesini “çağdaş demokratik düzen”e bir kademe daha yaklaştıracak büyük adımı atmaya hazırlanıyordu. İnönü bu adımın da Atatürk’ün amacı olduğunu 10 Kasım 1962 tarihinde yaptığı bir radyo konuşmasında şu sözlerle ifade etmektedir:
“Eğer sağlığı müsaade etseydi, belki de İkinci Dünya savaşından önce bile, gene bizzat Atatürk, eserini tamamlayacaktı. Çünkü Atatürk temel kanaatte Cumhuriyetin ve millet hâkimiyetinin,iktidar ve muhalefet partileri rejiminde olacağına yürekten inanmaktaydı.”.(2)
“Demokratik rejim, Atatürk idaresinin amacı olmuştur. Atatürk idaresi demokratik rejimi hazırlama devridir,”(3)
İsmet Paşa’nın Demokrasi konusundaki görüşleri de şöyledir:
“Demokratik yönetim insanlık yönetimidir. Biz bu yönetimi bütün çizgileri ile getireceğiz, geliştireceğiz. Demokratik kurumlarımız tamamdır. Bir eksiğimiz ikinci partidir. Bu işin tarihçesi şudur: Eğer İttihat Terakki, Hürriyet ve İtilaf Fırkası girişimini her ne pahasına olursa olsun anlayışla karşılayabilmiş olsaydı, iki parti geleneği ve eğitimi şimdi yerleşmiş olacaktı. Sonradan Hürriyet ve İtilaf Fırkası işbaşına geçti ve kör tutkuları onları hainliğe kadar götürdü. Cumhuriyet döneminde Terakkiperver Fırkasını bizim arkadaşlarımız kurdular. Şeyh Sait isyanı bizi korkuttuğu için, henüz yeni olan devrimi korumak için bu kaygıyla partiyi kapattık. Ama bu iyi bir şey olmamıştır. Onu koruyacaktık, hata ettik. Koruyabilseydik, şimdi bu gelenek de yerleşmiş olacaktı.
 Bu eksiği tamamlayacağız. Bu kadar devrim yapmış olanlar, bunu da başaracaktır. Bu kuvveti ben kendimde görüyorum. Yalnız on yıllık bir emek ister. Osmanlı İmparatorluğundan ayrılan bütün uluslar Sırplar, Bulgarlar, Yunanlılar, hatta Araplar, Mısır becerir de Türkler yapamazlar mı? Böyle şey olur mu? Mutlaka bunu başaracağız. Baskı yönetimi kolaydır. Önemli olan demokrasiyi işletmektedir. İkinci partiyi koruyacağım, büyük partiye ezdirmeyeceğim. Bu parti Mecliste kurulacak orada kurulursa ona karşı da durumumuz aynı olacaktır.”(4)
1944–1945 yıllarına yaklaşırken Çankaya’daki akşam yemeklerine davet ettiği arkadaşları ile tartışırken ortaya koyduğu bu görüşler(5) İsmet Paşa’nın kesin kararlılığının belirtileridir. Bu akşam yemeklerine katılanların anlattıklarına göre, İsmet Paşa, bir parti kurulmasından yanadır ve çevresinde bunu kurabilecek adamlar aramaktadır. “Ekonomide bazı hükümetlerin, bazı kişileri zengin etmek için teşvik pirimi verdikleri gibi, İsmet Paşa’da parti kuracak olana bazı garantiler vermektedir”.(6)
Ahmet Şükrü Esmer İnönü’nün bu görüşlerini şu sözlerle teyit etmektedir.(7)
“Zorunlu demeyeceğim ama o günkü (1945 yılı) uluslararası şartlar İsmet Paşa’yı itti. İnönü zaten öteden beri çok partili hayatı kurmak kararındaydı. İnönü iktidara 1938’de geldi, fakat süratle savaşa doğru gidiliyordu. Savaş içinde çok partili bir hayat elverişli bir durum olmayacaktı. Onun için bekledi. Biz yerimizi demokrasiler cephesinde almıştık”.(8)
Suat Hayri Ürgüplüye göre “CHP içindeki büyük bir arkadaş grubu zamanın erken olduğunu öne sürüyorlar ve demokratik sisteme geçmek için İkinci Dünya Savaşının bitmesini ve memlekete sükûnet geldikten sonra bunun denemesinin yerinde olacağını telkin ediyorlardı. İnönü buna karşıydı. Ve enerjisiyle muhakkak bir an evvel demokratik hayata geçmeyi istiyordu”.(9)
Halk Partisi politikacılarının haklı olarak bazı endişeleri vardı. Onlar siyasi, sosyal, dini her türlü irticadan ürküyor, halkın isteği dışında yapılan bütün atılımların aleyhlerinde kullanılacağını tahmin ediyorlardı.
İsmet İnönü 19 Mayıs 1945’te yaptığı bir konuşmayla demokrasi ile ilgili tartışmalara yeni bir boyut kazandırmıştı.
“Memleketimizin siyasi idaresi Cumhuriyetle kurulan halk idaresinin her istikamette ilerlemeleri ve şartlarıyla gelişmeye devam edecektir. Harp zamanlarının ihtiyatlı tedbirlere lüzum gösteren darlıkları kalktıkça memleketin siyaset ve fikir hayatında demokrasi prensipleri daha geniş ölçüde hüküm sürecektir. Büyük Meclisin şimdiye kadar parlak bir surette ispat ettiği hakikat halk idaresinin memleketi serbest düşüncelere ve hürriyet hayatına alıştırıp eriştirmesi ve geçmişte olan otoriter idarelerden daha kuvvetli olarak vatanda anarşiyi ve sözü ayağa düşürmeyi kaldırması olmuştur. Büyük Meclis az zaman içinde büyük inkılâplar geçirmiş bir memleketin sarsıntılara uğramadan, daha ziyade ilerlemesini temin edecektir”.(10)
Aynı günlerde İsmet İnönü’nün yakınlarında görülen ve ara seçimlerde memleketi Kocaeli’nden milletvekili seçilen hukuk profesörü Nihat Erim, o gece (19 Mayıs 1945) İnönü’nün görüşlerini şu şekilde ifade ettiğini söylemektedir.
“Bizim şimdiki sistemimiz baştaki şahsa dayanmaktadır. Bu türlü idareler ekseriya pek parlak başlar, hatta bir süre parlak devam eder. Fakat bunun sonu yoktur. Baştaki şahıs sahneden çekildiği zaman nasıl bir akıbetle karşılaşılacağı bilinemez. Tek parti rejimleri normal demokrasi usulleri ile idare şekline intikal edemedikleri, hiç değilse bu zaruri olan intikali tam zamanında yapamadıkları için yıkılmışlardır. Yıkıntının arasında da birçok zahmetlerle meydana getirilen bir eserin hepsi heba olmuştur. Memleketimizi böyle bir akıbetten korumalıyız. Ciddi ve esaslı murakabe ve muhalefet sistemlerine süratle geçmeliyiz”
“Ben ömrümü tek parti rejimi ile geçirebilirim. Ama sonunu düşünüyorum. Benden sonrasını düşünüyorum. Bu sebepten vakit geçirmeden işe girişmeliyiz”(11)
Aynı günlerde Mecliste ünlü “Toprak Kanunu” tartışılıyor (4–18 Mayıs 1945) ve parti içi muhalefet şekilleniyordu. 7 Haziran’da verilen dörtlü takrir nedeniyle 11 Haziran günü CHP Genel İdare Kurulu önemli bir toplantı yapıyordu. Bu toplantıda İnönü arkadaşlarını dinledikten sonra görüşünü şu sözlerle belirtti:
“Bunu parti içinde yapmasınlar. Çıksınlar, karşımıza geçsinler, teşkilatlarını da kursunlar ve ayrı bir parti olacak mücadeleye girişsinler”.(12)
DİPNOTLAR:
(01) Şevket Süreyya Aydemir, İkinci Adam-2, s.30 ( İstanbul-1985
(02) Aynı eser, s.346
(03) Aydemir, İkinci Adam-2, s.436; Abdi İpekçi, İnönü Atatürk’ü Anlatıyor, s.28-40 (İstanbul-1968)
(04) Mehmet Kemal, Celal Bayar Efsanes ve Raftaki Demokrasii, s.132–134( İstanbul-1980)
(05) Aynı eser, s.132
(06) Aynı eser, s.134
(07) 1945yılında A.Ş. Esmer Parlamento üyesiydi.
(08) Cumhuriyetin Beş Dönemeci, s.109
(09) Cumhuriyetin Beş Dönemeci, s.111
(10) M. Toker, a.g.e.,s.58
(11) Aynı eser, s.59
(12) Aynı eser, s.68, 69; Feroz ve Bedia Turgay Ahmad : Türkiye’de Çok Partili Politikanın Açıklamalı Kronolojis 1945-1971.,s.14( Ankara-1976)
Dr. M. Galip Baysan
Yazar Notu: Bu yazı başka bir yerde yayınlanmaktadır.(www.guvercinevi.net)
***
İSMET PAŞA ÇOK PARTİLİ DEMOKRATİK DÜZENİ NASIL KURDU (2)
Dr. Mehmet Galip BAYSAN
1940ların ortalarında İnönü’nün arzusunun uzun zamandan beri rejimin daha liberalleşmesi olduğu biliniyordu. Dörtlü takriri veren milletvekillerinin İnönü’nün bu görüşlerini bilmediklerini iddia etmek ve İnönü’nün desteğini hesaba katmadan tamamen kendi insiyatifleri ile “büyük çıkışı” başlattıklarını söylemek inandırıcı olamayacaktır. İsmet Paşa “mini muhalefet”in niyetini anlamıştı, onları itmek, teşvik etmek ve kanat germek istiyordu. Muhalefet partisini Celal Bayar gibi tecrübeli bir arkadaşın kurması onun bir hayali idi. Bu konuda, o tarihte CHP Grubu Başkanvekili olan Kazım Özalp’in ilginç anıları vardır. Özalp (Paşa) hem İnönü’nün, hem de Bayar’ın yakın ve eski bir arkadaşı idi. İnönü kendisine defalarca Bayar’ın muhalefet partisini kurmasını arzuladığını bildirmiş, bunu Bayar’a duyurmasını talep etmiştir. Bayar her defasında kendisinin mazur görülmesini istemiş, böyle bir hareketi düşünmediği cevabını vermiştir. İnönü ısrarından vazgeçmemiş ve sık sık Özalp’a “Ne oldu? Yapacak mı?” sorusunu sormuştur.(1)
Aynı günlerde İnönü’nün kararlılığını öğrenen Saffet Arıkan, Recep Peker, Mümtaz Ökmen, Şemsettin Günaltay gibi aslar kendisine “Paşam bu izni verirseniz sizin için öyle şeyler söylerler, öyle hakaretler yağdırırlar, öyle iftiralar atarlar ki dayanamazsınız, vazgeçiniz” dediklerinde İsmet Paşa “dayanırım” cevabını verecek (2) ve yeni bir parti kurulması çalışmalarını dikkatle izleyecektir.
Suat Hayri Ürgüplü Bayar’ın istifası üzerine yapılan durum değerlendirmesi sırasında, İnönü’nün kendisine “Ürgüplü, sen parti reisliği yaptın, bu kadar parti içindesin, partinin, senin kanaatiniz nedir?” diye sorduğu zaman “Bayar’ı iyi tanımadığını ancak behemehâl bir parti kuracağı” cevabını verince, İnönü kendi görüşlerini şöyle açıklar:
“Sayın Bayar parti kuracaktır, bu memleket için hayırlı olacaktır. Müstakil grup yerine müstakil bir partiyle karşı karşıya kalacağız. Şimdi buna çalışmalısınız, hazırlığınızı yapın.”(3)     
 Celal Bayar’ın o dönemle ilgili anıları da şöyledir:
“Saraçoğlu Şükrü’nün Başvekilliğinin ilk günlerinde İsmet Paşa beni köşke davet etti. İçerde havuzlu bölümde beni kabul etti. Yanında biri Yakup Kadri Bey olmak üzere bir kaç kişi vardı. Beni ilgilendirmeyen bir konuda biraz konuştular. İsmet paşa elimden tutarak;
-  Size söyleyeceklerim var…. dedi iç hole götürdü. Orada bana:
-  Sizinle beraber çalışacağız, arkadaşımız olacaksınız dedi. Ben olumlu, olumsuz karşılık vermeden yüzüne baktım, vedalaşarak ayrıldım. Birkaç gün sonra Şükrü Saraçoğlu davet etti. Bana grup başkanvekilliğini teklif etti. Düşünmek için mühlet istedim. İki gün sonra Refik Şevket İnce ziyaretime gelerek bu tekliften bahsetti ve kabul etmemi istedi. Hâlbuki ben hükümetin gidişini beğenmiyordum. Grup başkanvekili olmak beğenmediğim politikayı gruba hazmettirmek işini omuzuma almaktı.
-  Müstakil Grup Başkanvekilliğini kabul ederim dedim.
Saraçoğlu’nun teklifini kabul etmediğimi İsmet Paşa’ya söylemem gerekir diye düşündüm. Randevu alarak köşke gittim ve çalışamayacağımı söylediğim zaman Paşa,
-  Saraçoğlu çok üzülecek, dedi
Birkaç zaman sonra İstanbul’a gittim. Beni Harbiye’de bir eve götürdüler. Orada Topçu İhsan, Cafer Tayyar Paşa, Hasan Rıza Bey vardı. Tanımadığım birkaç kişi de bulunuyordu. Bir parti kurmak lazım geldiğini söylüyorlar, beni bu işe teşvik ediyorlardı. İzmir’e gittim, orada da halkın eğilimlerini yansıttıklarına inandığım kimseler aynı yolda teşvikler yaptılar.” (4)
İnönü çoğunlukçu demokratik düzene geçişi hızlandıran en önemli konuşmalarından birini 1 Kasım 1945’te Meclis’in açılışı sırasında yaparak Celal Bayar ve arkadaşlarına en büyük desteği verdi.
“Her manasıyla bir ortaçağ kurumu olan imparatorluktan modern, medeni ve bütün insanlık prensiplerini temel tutan bir Cumhuriyet doğmuştur. Devletin karakterinin, bu kadar büyük değişiklikleri meydana getirebilmek için devrimci olması zaruridir. İlk devirlerde fesin yerine şapkanın giyilmesini, devletin laik bir Cumhuriyet olmasını ve Latin harflerini, bütün bunları açık ve uzun bir tartışma ile kabul ettirmemizi insaflı hiç kimse bekleyemezdi. Türkiye’de demokrasi usullerinin geçmişe ait hesapları yapılırken bütün büyük devrimlerin 1923’ten 1939’a kadar meydana geldiği ve altı seneden beri de bir Cihan harbi içinde bulunduğumuz unutulmamalıdır.
Bizim tek eksiğimiz hükümet partisinin karşısında bir parti bulunmamasıdır. Bu yolda memlekette geçmiş tecrübeler vardır. Hatta iktidarda bulunanlar tarafından teşvik olunarak teşebbüse girişilmiştir. İki defa memlekette çıkan tepkiler karşısında teşebbüsün muvaffak olamaması bir talihsizliktir. Fakat memleketin ihtiyaçları şevkiyle hürriyet ve demokrasi savaşının tabii işlemesi sayesinde başka siyasi partinin de kurulması mümkün olacaktır.
Tek dereceli olmasını dilediğimiz 1947 seçiminde milletin çoklukla vereceği oylar gelecek iktidarı tayin edecektir. O zamana kadar bir karşı partinin kendiliğinden kurulup kurulamayacağını ve kurulursa bunun Meclis içinde mi, dışında mı ilk şeklini göstereceğini bilemeyiz. Şunu biliriz ki, bir siyasi kurul içinde prensipte ve yürütmede arkadaşlarına taraftar olmayanların hizip şeklinde çalışmalarından fazla, bunların kanaatleri ve programları ile açıktan durum almaları, siyasi hayatımızın gelişmesi için daha yapıcı bir tutumdur.” (5)
Asım Us; o dönemdeki izlenimlerini şu sözlerle özetlemektedir:
 “Öyle anlaşılıyor ki, dörtlü takrir parti Grubuna verildiği zaman, İsmet İnönü bunların fikri ayrılıklarını görmüş ve kendilerini bir karşı parti yapmaya mecbur edecek vaziyet almıştır. Partiden çıkarılmaları bunun neticesidir. İsmet İnönü, bir karşı parti teşkilinin demokrasinin gelişmesi bakımından zaruri olduğuna kani bulunduğu için, Demokrat Parti’nin kurulmasına yardım edecek (gibi) görünüyordu.” (6)
Bu arada CHP’nin sesi durumunda olan Ulus gazetesinde Falih Rıfkı Atay:
“Siz de partinizi kurunuz, programınızı yapınız, açık, belli fikirlerle meydana atılınız. Demokrasi memleketin ve milletin hayrını kendi düşündüklerinde gören partiler arasında bir savaşmadır.”(7) ve “Partiler kurulmak isteniyorsa da olmaz mı diyoruz? Partiler kurulmuştur da seçime katılmaktan mı menediyoruz” gibi yazılarla muhalefeti teşvik ediyordu.
DİPNOTLAR:
(1)  Metin Toker; Tek Partiden Çok Partiye 1944-1950,,s.69 (İstanbul-1990)
(2)  Metin Toker, İsmet Paşayla 10 Yıl, 1954–1957, Birinci Cilt, s.156 (Akis Yayınları, İkinci baskı, Ankara–1966)
(3)  Hıfzı Topuz- Hüsamettin Ünal: Cumhuriyetin Beş Dönemeci, s.113(İzmir–1984)
(4)   Mehmet Kemal: Celal Bayar Efsanesi ve Raftaki Demokrasi, s.25–26 ( İstanbul–1980)
(5)  Feruz ve Bedia Turgay. Ahmad Türkiye’de Çok Partili Politikanın Açıklamalı Kronolojisi, s.15 (İstanbul/ Ankara–1976); Cem. Eroğul: Demokrat Parti Tarihi ve İdeolojisi, s.5 (Ankara–1990); Kema Karpat Türk Demokrasi tarihi, s.131(İstanbul–1967); Taner Timur; Türkiye’de Çok Partili Hayata Geçiş, s.15–16( İstanbul–1991); M. Toker, Tek partiden Çok Partiye, s.78, 79
 (6)  Asım Us, 1930–1950 Hatıra Notları, s.669; Mehmet Kabasakal; Türkiye’de Siyasal Parti Örgütlenmesi1908–1960, s.168(İstanbul–1991)
 (7)  Tek Partiden Çok Partiye, s.73
 Dr. M. Galip Baysan
***
İSMET PAŞA ÇOK PARTİLİ DEMOKRATİK DÜZENİ
NASIL KURDU/3
Dr. M. Galip Baysan
1 Aralık 1945’te Bayar’ın yeni bir parti kuracağı açıklandı.(1) Bunun üzerine Hüseyin Cahit Yalçın “Demokrasinin gerçekleşmesi için en az iki partinin bulunması gerektiğini, (ikinci parti) için de en iyi çarenin mevcut fırka içinden, bazı şahısların ayrılarak, esas programda aynı görüşte kalmakla beraber, bir kontrol partisi vücuda getirmeleri olacağını söylemiş ve bunun çok faydasının görüleceğine inanmıştık. İşte şimdi bu yeni partiyi biz böyle bir kontrol partisi mahiyetinde görüyoruz”(2) sözleriyle yeni partiyi desteklerken, F.R. Atay’da Ulus’un 3 Aralık 1945 tarihli sayısında “Yeni Bir Muhalefet Partisi” başlığı altında yazdığı bir yazı ile tabiatıyla İsmet İnönü’nün onayı altında Celal Bayar’ı şu sözlerle teşvik ediyordu:
“Celal Bayar’ın Kemalizm davasına ve Türk devrim geleneklerine uygun bir muhalefet partisi kurmaya ve işletmeye muvaffak olmasını bizde en aşağı kendisi ve arkadaşları kadar dilemekteyiz. Celal Bayar bizim partimizde fazileti, dürüstlüğü ve ülkücülüğü ile şöhret kazanmıştır. Karşımızda bu vasıfta bir liderin muhalefet partisini kurmasından memnun olmamak imkânı var mıdır?” (3)
3 Aralık 1945’te CHP’den istifa eden Bayar’ı 4 Aralık günü yemeğe davet eden İsmet Paşa kendisi ile yeni parti kuruluşu, ana ilkeleri konusunda bir görüşme yapmıştır. Bu arada Bayar, yeni partinin rozeti ve programını da yanında götürmüştü. İnönü programı okuduktan sonra şu soruları sordu:
-   “Terakkiperverlerde olduğu gibi, “İtikadı diniyeye  riayetkârız diye bir madde var mı?”
Celal Bayar,
-  Hayır Paşam. Laikliğin dinsizlik olmadığı var, cevabını verdi.
-  Ziyanı yok. Köy Enstitüleriyle, İlkokul seferberliğiyle uğraşacak mısınız?
-  Hayır
-  Dış Politikada ayrılık var mı?
-  Yok
-  O halde tamam”(4)
Refik Şevket İnce’nin “Günlüğü”nde belirttiğine göre Celal Bayar, İnönü ile üç saat görüşmüş, İnönü kendisinin kuşkulandığı her şeyi sormuş. Celal Bayar fikirlerini söylemiş. Hepsine memnuniyetini göstermekle beraber;
“Çalışınız sizi ezdirmem” demiştir. (5)
Celal Bayar’da daha sonra bu görüşme ile ilgili olarak “Halk Partisinin sayın lideri İsmet İnönü Türkiye’de demokrasinin kurulmasını samimiyetle istiyordu” diyecektir.(6)
İnönü 75.doğum yıldönümünde Akis dergisinin kendisi ile yaptığı görüşme sırasında bu görüşme ile ilgili olarak şu sözleri söylemiştir:
“Sayın Celal Bayar hazırlamış olduğu Demokrat Parti Programını bana getirmek nezaketinde bulunduğu zaman, kendisi ile partisi hakkında ilk görüşmemiz oldu. Hiçbir zata, bir parti teşkil etme teklifinde bulunmadım”.(7)
İsmet Paşa Cumhuriyet’in kurucusu eski arkadaşlarından da o yıllarda şikâyetçidir ve şikâyetini şu sözlerle dile getirmektedir.
“Rauf Bey (Orbay) milletvekilliğini geri çevirir, elçilik önerilir, kabul etmez. Celal Bayar’a görev önerilir, geri çevirir. Mareşal geri çevirir. Neden? Biz ülkeye kötülük mü yapıyoruz? İhanet mi ediyoruz?”.(8)
Bütün bu olaylar bir ay sonra (7 Ocak 1946)’da kurulmuş olan Demokrat Parti’nin adım adım, her safhada İsmet Paşa’nın hoşgörüsü, izni, teşvik ve desteği ile kurulmuş olduğunu göstermektedir.(9)
İsmet Paşa Sovyetler Birliği ile siyasi gerginliğin artan bir tempo ile geliştiği bir dönemde ne bir “sol” ne de geriye dönüş özlemi ile yanan bir “sağ” muhalefeti göze alamazdı. Tıpkı Atatürk’ün yaptığı gibi muhalefet kendi güvendiği kişilerin kontrolünde kurulmalıydı. Bu nedenle Celal Bayar olabildiğince desteklenecekti:
Celal Bayar’ın “İnönü, ben Adnan Menderes ve arkadaşlarımızın kurduğu Demokrat Partide demokrasinin kurulmasını samimiyetle istemiştir”(10) şeklindeki açık ifadelerine rağmen mili mücadele döneminin ünlü ismi Ahmet Ağaoğlu Bey’in oğlu Samet Ağaoğlu’nun bu konudaki görüşleri tamamen olumsuzdur.
“Mesela ben ve benim gibi bu partide sorumluluk yüklenmiş kimselerin büyük çoğunluğu İsmet Paşa’nın demokrasinin kurulmasını samimiyetle istediğine inanmamıştık. O kadar inanmamıştık ki, 10 yıl boyunca ileri sürdüğümüz belli başlı sloganlardan biri de “İnönü ile demokrasi kurulmaz” sözü oldu. Biz İsmet Paşa’yı hep demokrasi aleyhinde olarak kabul ettik, ona ve partisine hep bu silahla hücum ettik. Ben bugün de aynı inançtayım (1972). İnönü hiçbir zaman demokrasi kavramına samimiyetle bağlı olmamıştır”.(11)
Muhalefetin oluşmasında farklı görüşte olanlar da vardır. Bunlardan Hikmet Özdemir’in görüşleri şöyledir.(12)
“Gerçekte, İkinci Dünya Savaşı boyunca çektiği sıkıntıyı, karaborsayı, Milli Şef İsmet İnönü’ye ve CHP’ye bağlayan halk, bütün bunların sorumlusu diye gösterilen adamı ve bürokrasisini iktidardan uzaklaştırmak için uygun ortamı beklemiştir. Kaldı ki, DP’nin doğuşunu ve gelişmesini hazırlayan, programları ve önderlerinin söylevlerinden çok, halkın içinde tek parti rejimine karşı kendiliğinden gelişen muhalefet olmuştur. Nitekim DP önderlerinin 1946’ya kadar uzun süren bir muhalefetle, gazete çıkararak, örgütlenerek, tutuklanıp hapse girerek ün yapmış politikacılar olmadıkları bilinmektedir. 1945 ortasında Mecliste muhalif tutum ve harekete başlayanların, 1946’da kitlelerin önderi haline gelmeleri, dikkatle üzerinde durulması gereken bir olgudur”.(13)
1946 yılı başlarından itibaren DP teşkilatlanmaya başlarken İnönü, muhalefetin elinden bazı kozları almak ve partisine daha liberal bir biçim vermek için 25 Nisan’da yayınladığı bir bildiri ile CHP kurultayını 10–11 Mayısta olağanüstü bir toplantıya çağırıyordu. Bu kurultayda önemli kararlar alınmıştır. Bizzat İnönü’nün önerisiyle, kendisinin “Değişmez Başkan” sıfatı kaldırılmış, sınıf esasına göre dernekler kurulabileceği kabul edilmiş ve Türk tarihinde ilk defa olarak tek dereceli seçim sistemi kabul edilerek artık önemi kalmamış olan, parti içi muhalefet örgütü “Müstakil Grup”ta lağvedilmiştir,   Bunun yanında 1947 yılında yapılması gereken genel seçimlerin 21 Temmuz 1946 tarihinde (2 ay kadar sonra) yapılması uygun görülmüştür.(14)
Ünlü 1946 seçimleri bu havada baskın şeklinde ve DP daha yurt çapındaki örgütlenmesini tamamlayamadan yapıldı. “46” seçimleri olarak anılacak bu seçim tartışmalı sonuçlarına rağmen Türkiye’de “tek dereceli” ve “çok partili” olarak yapılan ilk seçimdir. Seçim sonunda 403 CHP’li, 54 DP’li ve 8 bağımsız milletvekili Meclis’e girmiştir. Meclis 5.8.1946’da ilk toplantısını yapmış ve yeni hükümet Recep Peker tarafından kuruldu ve ülkede çok partili demokratik düzene geçiş için ilk adımlar çok tartışmalı bir siyasi yaşama doğru atılmaya başlandı.
Bu yazı serisini bitirirken şu gerçeği haykırmak isteriz ki; bütün aleyhte konuşmalara, ithamlara, yakıştırmalara rağmen Türkiye’de çok partili demokratik düzeni planlayan ve kuruluşunu hazırlayan Mustafa Kemal politikasının en yakın uygulayıcısı, ikinci Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü olmuştur. Günümüz politikacılarının siyasi rant elde etmek amacıyla bu onuru sadece Demokrat Parti ve onun liderlerine vermeğe çalışmaları pek doğru bir değerlendirme sayılamaz ve mümkün olduğu kadar derinlemesine ele aldığımız tarihi gerçeklerle uyuşmamaktadır.
Bize göre Demokrat Parti liderleri tarihi gelişmelerin kendilerine verdiği şansı çok iyi kullanmış ve tek parti iktidarı ve yapılan devrimlerden doğan hoşnutsuzluğun sonucu olarak 1950 seçimlerinde büyük bir oy desteği ile iktidar olmayı başarabilmişlerdir. Böylece ilk defa bir muhalefet partisinin normal bir seçim sonucu iktidara gelmesini başarmış ve çok partili demokratik düzeni başlatmışlardır.
DİPNOTLAR:
(1)   F. ve B. Ahmad, a.g.e., s.15
(2)   H.C. Yalçın, Tanin, s.12, 1945; F. ve B. Ahmad, a.g.e., s.15-16
(3)   F.R. Atay, Ulus, 3.12.1945; Tek Partiden Çok Partiye, s.41–42
(4)   ( Tek Partiden Çok Partiye, s.41–42
(5)   Milliyet, 1.10.19982; M. Kabasakal, a.g.e.,s.167
(6)   Celal Bayar, Başvekilim, Menderes, s.9 (Derleyen İsmet Bozdağ, Baka Matbaası)
(7)  Fahir Giritlioğlu, Türk Siyasi Tarihinde Cumhuriyet Halk partisinin mevkii-I, s.173 (Ayyıldız Matbaası, Ankara–1965)
(8)  Celal Bayar Efsanesi, s.78
(9)   T. Timur, a.g.e.,s.16
(10)  S. Ağaoğlu, DP’nin Doğuş ve Yükseliş Sebepleri, Bir Soru, s.59 (Baba Matbaası–1972)
(11)  Aynı eser, s.59
(12)  Dr. Hikmet Özdemir, Rejim ve Asker–1989)
(13)  Hikmet Özdemir, Rejim ve Asker, s.17
(14)  T.Timur, a.g.e., s.53; C. Eroğul, a.g.e.s., 14; F. ve B. Ahmad, a.g.e,s.20; M. Goloğlu, a.g.e.,s.46-52; K.H. Karpat, a.g.e.,s.137

Dr. M. Galip Baysan

Bugün 'öve öve bitiremedikleri', eski Türkiye’de ise “sövmeye doyamadıkları” DP

Bugün “öve öve bitiremedikleri”, Eski Türkiye’de ise “söve söve doyamadıkları” Demokrat Parti ve Adnan MENDERES
ADNAN MENDERES , GENELEV KUTSAL MI SAYDI?.... 
İSLAMCI YAZAR ABDURRAHMAN DİLİPAK (?) YAZDI; 
22 Kasım 2014 Cumartesi

Yandaşlarının iddiasına göre Tayyip Erdoğan; Demokrat Parti ve Adnan Menderes’in mirasını temsil etmektedir. Nitekim Erdoğan da miting meydanlarında, dilinden düşürmediği Adnan Menderes’in siyasi mirasına sahip çıkarak, Demokrat Parti çizgisinin tek hamisi olduklarını anlatır durur.
Peki, Tayyip Bey’in, kendisini mirasçısı ilan ettiği Menderes hangi Menderes’tir?
Aslına bakarsınız, benim Menderes’e olan merakım Tayyip Bey’den çok önce ve henüz ortaokul yıllarında başladı. Sağdan soldan duyduğum Menderes portrelerinin yarattığı kafa karışıklığını gidermek için sağlam bir kaynak arayışı içerisine girdim.
Sol yazarların Menderes’e tarafsız bakamayacağı düşüncesi bende hâkimdi. O yüzden özüne ve sözüne güvenilir “Müslüman” bir kalemden çıkacak değerlendirmeleri aradım durdum. Çocuk aklımla siyasal islamcıları “samimi müslüman” sandığım bir dönemi yaşarken, elime “MENDERES DÖNEMİ” isimli bir kitap geçti. Yazarı, bir karış sakalıyla ekranlarda boy gösteren ve dilinden ALLAH kelamını düşürmeyen bir isimdi. Aradığım kitabı bulmuştum. Öyle ya, ancak böyle güvenilir bir ismin kitabına ve değerlendirmelerine itibar edilebilirdi.
UNUTULMASI GEREKEN KİTAPLAR
Bugünün Yeni Türkiye’sinde “unutulması gereken kitaplar” arasında yer alan ve sahaflarda bir iki nüshasını ancak bulabileceğiniz 1990 basımı MENDERES DÖNEMİ isimli bu kitabı bir solukta okudum. Kitabın içeriğinde, beni yıllar boyunca derinden etkileyen ilginç değerlendirmeler vardı..
Mesela daha henüz başında “Demokrat Partililer, CHP’lileri komünistlikle suçlarken, komünistlerin, din, vatan, namus tanımadığından söz ediyorlardı. Ama kendileri, komünistlere yükledikleri bu 'kötülüklerden' masum değildiler. Bugün genelev gelirini kutsal kazanç sayan sağ zihniyetin kökleşmesinde Demokrat Parti döneminin büyük rolü olmuştur” diyordu.
Devam ediyordu kitabın “sakallı” yazarı..
“Eğlence, fuhuş ve kumar sektörünün ilk kez Demokrat Parti döneminde resmen örgütlenme şansı bulduğunu” iddia ediyor “Demokrat Parti’nin en büyük tahribatının din konusunda” olduğunu ileri sürüyordu. Yazara göre; “kadınlı-erkekli lüks partiler ve içki tutkusu CHP döneminde dar bir zümre arasında yaşanırken, Demokrat Parti döneminde demokrasi adına bu iş topluma ve halka açılmıştı.”
Çocukken; Menderes ve Demokrat Parti hakkında çok şey duymuştum ama Menderes Dönemini fuhuş, kumar ve içki tutkusuyla değerlendirenine hiç rastlamamıştım. Üstelik Demokrat Partilileri vatan, namus ve din bilmemek konusunda CHP’lilerle yarıştıranına da ilk kez rastlamıştım.
YANDAŞ MEDYA TARAFINDAN LİNÇ EDİLECEK ŞEYLER
Devam ettim okumaya.. Yazar hızını alamıyor; Menderes Dönemine demediğini bırakmıyordu..
Bugünün demokrasi kahramanı Menderes’in yönetim anlayışını “demokrasi ve özgürlükler artık anlamını yitirmişti. Radyo sadece iktidarın borusu olacak ve icraatın içinden programları yayınlanacaktı” diye tarif ediyordu.
Dudak uçuklatan iddialar sıralanmıştı kitabın içeriğinde… Şimdi birileri söylese yandaş medya tarafından linç edilecek şeylerden bahsediliyordu.
Mesela 14’üncü sayfasında “İmam Hatip Okullarının açılmasının NATO ülkelerinden gelen baskı ile gündeme geldiği, hatta PAPA’NIN bu okulların açıldığı günlerde Türkiye’ye gelerek konuyu yerinde incelediği ve hatta NAKİT PARA YARDIMINDA BULUNDUĞU” söyleniyordu.
Kitapta anlatıldığına göre “CHP’nin tek parti döneminde her türlü baskıya rağmen başaramadığı bir şeyi, Demokrat Parti Müslümanlardan yana görünerek başarmış ve onlara sadece şekilden ibaret bir İslam vermişti” ve sakallıya göre Menderes, şekilden ibaret “Amerikancı Sağcı İslam” kavramını peydah eden adamdı.
MASON BİRADERLERİN EĞLENCE GECELERİ
“Sağcı İslam küçük tavizler ve himayelerle, günümüze kadar sağ partilerin ucuz oy deposu olma özelliğini korumuştu. Bu tarihi sorumluluğun vebali de Menderes’e ait bulunmaktaydı”
Zaten “Menderes, Demokrat Partinin arkasındaki Masonik Cuntanın demireline giydirilen kadife bir eldivenden başka bir şey değildi.”
Öyle ki, Menderes dindar bir adam da değildi. Yazarın Necip Fazıl Kısakürek’ten alıntıladığına göre “Adnan Bey, sık sık başvurduğu kocakarı ağzı nüktelerine rağmen, hiçbir zaman pazarlıksız ve fikir kargaşasından kurtulmuş olarak dindar olamamıştı”
Nitekim “tek teselliyi ise yurtdışı gezilerinde, kendine menfaatleri ile bağlı bir takım mason biraderlerin eğlence gecelerinde bulacaktı”
Kitabın 196’ıncı sayfasında aktarıldığına göre Menderes’in çalışma arkadaşları masonik faaliyetlerde ön sıraya çıkacak birçok ismi arasında barındırmaktaydı. Kabine biraz da Masonik çevreleri ve dolayısıyla Avrupa’daki ve Amerika’daki “dostları” memnun etmek için kurulmuş görüntüsü vermekteydi ama Menderes ölüm çukuruna yuvarlanırken “kendini özel dost sohbetlerinde eğlendiren mason biraderlerinin hiçbiri acılarına ortak olmayacaktı”
Böyle anlatıyordu kitabın yazarı Menderes Dönemini..
KİM MİYDİ BU SAKALLI YAZAR?
Bugün AKP Politikalarının yaygaracılığını yapan ve kendini Menderes’in mirasçısı ilan eden Tayyip Erdoğan’ın yılmaz savunuculuğuna soyunan İslamcı Yazar Abdurrahman Dilipak’tı.
Bugün “öve öve bitiremedikleri” Menderes’e, “söve söve doyamadıkları” Eski Türkiye’de yazmıştı bu kitabını.. Merak edenler sahaflardan bulup 1990 Basımı Menderes Dönemi isimli bu kitabı okuyabilir ve bu yazıda alıntıladığımızın çok daha fazlasını da bulabilir.
Abdurrahman Dilipak, ortaya koyduğu Menderes profilini unutmuş olmalı ki; bugün Menderes’in ve Demokrat Parti’nin mirasçısı olmakla övünen bir iktidarın her yanlışına alkış tutabilen bir tavır sergileyebiliyor.
Bize de sormak düşüyor?
Sayın Erdoğan; hangi Menderes’in mirasçısı?
Yeni Türkiye’de “Demokrasi Kahramanı” diye anlattıkları Menderes ve Demokrat Partinin mi?
Yoksa Eski Türkiye’de Abdurrahman Dilipak’ın “unutulan” kitabında anlattığı Menderes ve Demokrat Partinin mi?
Yücel Bulut // Ortadoğu Gazetesi Yazarı; Odatv.com

5 Haziran 2015 Cuma

AKP'nin Tırları; Adnan Menderes - RTE, D.P. ve AKP!.. (1) + (2)

Tır / Tır / Tıırrrtt… (1)

RIFAT SERDAROĞLU
Büyük Devletler, gerektiğinde kendi menfaatlerini veya ülke dışındaki soydaşlarının yaşam haklarını korumak amacıyla silah gönderebilirler!
Bu şekilde yapılan gizli operasyonların bile o devlette kayıtları vardır.
-Silahlar nereden, kimin aracılığıyla, kaça alındı?
-Teslim edileceği yere kimler tarafından götürüldü?
-Ve en önemlisi bunların parası nasıl ve nereden ödendi?
Tüm bu soruların yanıtları, o devletin kayıtlarında olmalıdır…
Fakat aklı başında ve vatanını seven hiçbir devlet adamı, terör örgütlerine silah göndermez ve kafa kesicilere destek olmaz! Bunu yapma gafletinde bulunanlar hem kendilerinin feci sonlarını hazırlarlar, hem de ülkelerini çok zora sokarlar…
Sizlere Türk Devletinin yaptığı bir gizli operasyonu, üzerinden 58 (Elli sekiz) yıl geçtiği için anlatacağım.
Devletine ve Milletine hizmet etmiş, bu uğurda çok çileler çekmiş ve bugün için rahmete kavuşmuş vatanseverlerden yani gerçek "Devlet Adamlarından” söz edeceğim…
1957 seçimlerini, Demokrat Parti %47,87 oy ve 424 Milletvekili ile kazandı.
40 kişiden oluşan DP Parti Meclisi ilk toplantılarından birini yapıyordu!
Toplantı anında, Başbakan Menderes’in Özel Kalem Müdürü içeri girer ve Menderes’e bir şeyler fısıldar. Menderes “Buyursun, gelsin” der. İçeri bir beyefendi girer ve “Emrettiğiniz ürünler hazırlandı, Muhterem Başvekilim” der ve sorar; “Ben bu ürünleri kime zimmetleyeceğim?”
Menderes; “Hizmetiniz için teşekkür ederim. Teslim belgelerini imzalayacak iki arkadaşımı göndereceğim, çıkabilirsiniz” der ve toplantıya devam eder.
Toplantı bitiminde Menderes; “Sayın Serdaroğlu, Sayın Erdem sizler lütfen kalınız” der. Menderes- İzmir MV Eczacı Kemal Serdaroğlu- Antalya MV Sadık Erdem ve Özel Kalem Müdürü Ahmet Salih Korur, toplantıya devam ederler.
Menderes; “Kıbrıs’taki Rum mezalimi tırmanıyor, soydaşlarımız katlediliyor,
biz ise hem teknik yetersizlikten, hem de ABD baskısından açıkça destek olamıyoruz. Bu yüzden, Fatin Bey (Fatin Rüştü Zorlu) ve Korgeneral Daniş Karabelen önderliğinde, Rıza Vuruşkan-Burhan Nalbantoğlu-Rauf Denktaş-Kemal Tanrısevdi tarafından, TMT (Türk Mukavemet Teşkilâtını) kurulmasına onay verdik. Onlara silah gönderilecek. Biraz önce gelen Bey, MKE Genel Müdürü (Makine Kimya Endüstrisi) idi. Eğer kabul ederseniz bu silahlar size zimmetlenecek ve parası Tahsisat-ı Mestureden (Örtülü Ödenek) ödenecek” diyerek sözlerini tamamlar.
Serdaroğlu ve Erdem görevi kabul ettiklerini ifade ederler.
Menderes, “Başbakanlık Müsteşarı konunun organizasyonu için görevlendirilmiştir. Sizlerle o temas edecektir. Sizlerden ricam, silahların yerine ulaştığını bizzat görmenizdir” diyerek, teşekkürle DP’ nin en genç iki milletvekilini uğurlar.
Serdaroğlu ve Erdem, MİT ve Genelkurmay görevlileriyle beraber iki deniz römorkörü ile binlerce hafif silahı bir gece vakti bizzat TMT’ ye gizlice teslim ederler. Bu silahlar, adadaki binlerce Türk’ün hayatını kurtarır. Daha sonra silahların teslim edildiği yerleşim beldelerine, Serdarlı ve Erdemli isimleri verilir. Ama kimse niçin bu isimler verilmiştir, bilmez. Görev yerine getirilmiş, ağızlar mühürlenmiştir.
27 Mayıs 1960 ta Askeri bir darbe olur. Bu darbe, Türk Ordusunun “Emir-Komuta zinciri” içinde yaptığı bir darbe değildir. MBK (Milli Birlik Komitesi) denen bir grup subay, ülke yönetimine el koydular. MBK üyesi Teğmen rütbesinde bir subay, bir Orgenerale emir verebiliyordu!
DP yönetimine yakın oldukları gerekçesiyle 1400 Subay, MBK tarafından emekli edildi. Bunların içinde, Kıbrıs’a gönderilen silahlar hakkında bilgi sahibi olan Genelkurmay İstihbarat Dairesi Subayları da vardı. Darbe sonrası, yapılan ihbar ve araştırma sonucu, Kemal Serdaroğlu ve Sadık Erdem’e zimmetli binlerce adet silah olduğu bilgisine ulaştılar. Zamanın MİT Müsteşarı Behçet Türkmen’in gerçekleri saklaması ve ihanetiyle, iki milletvekili “Askeri Yönetime karşı halkı silahlandırmak” suçlamasıyla karşı karşıya kaldılar.
Babam Kemal Serdaroğlu, bir sene boyunca Yassıada da işkence gördü.
Kafasına, tas içinde canlı fare koymak- diz altlarına top mermisi koyup, omuzlarına asker oturtulması-gece belinden urganla bağlanıp, sürat motoruyla ada etrafında buz gibi denize atılıp dolaştırmak, bunlardan bazıları idi.
Bizlerin evleri, çiftliğimiz, fosseptik çukurlarına kadar defalarca arandı.
Babamın yakın arkadaşlarından, Jandarma dayağı yemeyen kalmadı…
Sonuçta...
Rahmetli Menderes, silahların tutarı olan 4.877.780 lirayı zimmetine geçirmekten suçlu bulundu ve tahsili için Aydın’daki arazilerine el kondu.
Menderes idam edildi, Serdaroğlu müebbet hapse mahkûm oldu. Mahkûmiyetten sonra gerçek anlaşıldı ama suçsuz yere çekilen acılar, bizlere kaldı. Babam 1988 yılında vefat etti. Bu olayı hiçbir yerde konuşmadı.
Sadece bana, bir kısım belgeleri de göstererek anlattı.
Değerli Okurlar!
Bunlardan bahsetmeyi hiç istemezdim. Fakat Bademler, kutsal duyguları ve vatan sevgisini öylesine çirkin bir şekilde istismar edip, siyasi rant uğruna kullanıyorlar ki, gerçek “Devlet Adamı” nasıl olur, Vatanseverler, vatanları ve insanları için nasıl görev yapıp, kenara çekilirler, sizlere hatırlatmak istedim.
Bademler şu sorulara mutlaka yanıt verilmelidirler;
-El-Nusra’ya, dolayısıyla El-Kaide ve IŞİD’e gönderildiği söylenen silahlar nereden alındı?
-Kimler bu silahların alımında aracılık etti?
-Silahlar, Türkiye’ye hangi yoldan getirildi?
-Bu silahların parası nasıl ve kim tarafından ödendi?
Bu soruların yanıtları, emperyalist devletlerin istihbarat örgütlerinin tümünde resim ve belgeleriyle zaten vardır. Üstüne, Cumhur’un Başı’ nın-Başbakan Davutoğlu’nun çelişkili beyanlarını, AKP yetkililerinin açıklamalarını ve basında çıkan fotoğrafları-yazıları da ekleyin, geleceğiniz nokta;  Türkiye’nin “Teröre Destek Veren Ülkeler” arasına sokulması faciasıdır.
Çırpınmamız ve üzüntümüz, ülkemizi bu ayıptan kurtarabilmek içindir.
Burada bir suç varsa o suç tamamen AKP Hükümetlerinindir. Türk Devleti ve Türk Milletinin bu çirkinliklerle hiçbir ilgisi yoktur.
Yarın, yazının ikinci bölümünde Badem’in, rahmetli Menderes’i ve Demokrat Partiyi istismarını anlatacağım.
Katırdan at, bademden demokrat olamayacağını bir defa daha göreceğiz…
TIR / TIR / TIIIRRTT (2)
RIFAT SERDAROĞLU
Bademler, Türk Siyasetinin iki ana damarından biri olan Demokrat Partiyi ve Başbakan Adnan Menderes’i sürekli olarak sahiplendiklerini söylerler!
Menderes ve iki Bakanının Yassıada da kurulan darbe Mahkemesi tarafından suçsuz yere ve vahşice asılmaları olayını ise hep istismar ederler. Fakat DP’ nin Kurucusu ve Cumhurbaşkanı, Kurtuluş Savaşımızın “Galip Hoca ”sı Celal Bayar’ ın adını hiç anmazlar ve ondan nefret ederler…
Eyy Badem, anladık sen kendini DP ve Menderes’ten yana sayıyorsun ama bakalım DP ve Menderes senden yana mı?
Dünya görüşünüz, Türkiye’ye ve dünyaya bakışınız, İslam Dini ve Lâiklik hakkındaki görüşleriniz, Atatürk ve Devrimleri hakkındaki düşünceleriniz, Siyaset anlayışınız, Para-Servet-Güç hakkındaki tutumlarınız benzer mi, yoksa bu konularda aranızda Kuzey ve Güney kutupları arasındaki kadar fark var mı?
Adnan Menderes kimdir?
-Menderes, gençliğini doya-doya yaşamış entelektüel biri idi.
-Menderes, İzmir Amerikan Kolejinden ve Ankara Hukuk Fakültesinden mezun olmuş çağdaş bir Türk aydını idi.
-Menderes, Kurtuluş Savaşımıza katılmış, “İstiklal Madalyası” almış ve Büyük Atatürk’ün takdirini kazanmış biri idi.
-Menderes, Başbakan olduğunda dededen kalan 33.000 dekar araziye sahipti. İdam edildiğinde sadece 3.000 dekar arazisi kalmıştı. Arazilerinin büyük bir kısmını ya satmış, ya da topraksız köylüye dağıtmıştı. Yani Menderes, siyaset yapıp çift-çubuk, han-hamam sahibi olmamış, aksine çiftlik satarak siyaset yapmıştı.
-Menderes’in çok iyi eğitimli üç oğlu vardı. Hiçbirinin devletle iş yapmasına izin vermedi. Çocukları ve Muhterem eşi, örnek ve saygın insanlar olarak yaşadılar.
-Menderes, hiçbir zaman “İslam Devleti” kurmak gibi bir hayale kapılmadı.
Menderes’in yönetim şekli ve siyaset anlayışı elbette ki eleştirilebilir. Geçmişe yönelik bu tarz eleştirmeleri, zamanın siyasetçileri zorlayan şartlarını, ülkenin o anki sıkıntılarını, ülkenin olanaklarını ve dünyadaki gelişmeleri inceleyerek yapmak gerekir.Fakat hiçbir gerekçe, darbelere haklılık kazandırmaz ve hiç ama hiçbir gerekçe, siyasetçilerin asılarak cezalandırılmalarına yol açmaz, açmamalıdır…
Devam edelim;
-HIRSIZ kelimesi geçtiğinde, kimse bu kelimeyi Menderes ile bağdaştıramaz.
-Hiç kimse; Menderes eskiden kaçak gecekonduda otururdu, siyasete girdi köşe oldu, diyemez.
-Hiç kimse Menderes’in çocukları, babalarının nüfuzunu kullanıp, haksız servet elde ettiler diyemez.
-Hiç kimse, Menderes için, müteahhitlerden para toplayıp gazete satın aldı diyemez.
-Hiç kimse Menderes için, yurtdışı bankalarında 8 gizli hesabı var diyemez.
-Hiç kimse Menderes, haram yedi ve çocuklarına haram yedirdi diyemez.
-Hiç kimse Menderes’in Bakanlarının, para karşılığında kendilerini satıp, çoluk çocuğun önüne yattığını söyleyemez.
-Hiç kimse Menderes için, çocuklarıyla birlikte avanta paraları sıfırladı diyemez.
-Hiç kimse Menderes için, sabah söylediğini, akşam inkâr edecek kadar yalancıdır diyemez.
-Hiç kimse Menderes için, ülkesinin bütünlüğünü tehlikeye atacak uygulamalarda bulundu diyemez.
Kimin için mi derler?
Ne bileyim ben yahu? Onu da siz 7 Haziran’ da siz bulun ve gereğini yapın, lütfen gari…
Not; Cumhur’un Başı, Can Dündar için; “Bu haberi yapan kişi, bunun bedelini AĞIR ÖDEYECEK. Öyle bırakmam onu” dedi. Bu sözlerin söylendiği andan itibaren Can Dündar’ın başına gelecek her türlü belanın tek sorumlusu Cumhur’un Başı ’dır. Tarihe not düşün. “TUT TAYYİP TUT, CAN’I TUT.” Aman bırakma, sıkı sımsıkı tut…